"Çin'de 30 yıldır bebek öldürülüyor..."
Yükselen değer Çin'di değil mi? Bir önceki Marketing Türkiye'de Lord Chadlington'un ne dediği yazıyordu? "Eğer 25'ten gençsen, Çince öğren! Çin, Rusya, Brezilya'ya git! Oralarda çalış! Oralara PR'cı gözüyle bak!"
Gelin, bugünkü köşemizden Çin'e, daha doğrusu Çin'in dramatik bir yanına PR'cı (!) gözüyle bakalım...
Ben bilmiyordum. Der Spiegel'de okuduğumda, "Zamandan amma kopmuşum" diye düşündüm... Ben iki biliyordum. Çin Halk Cumhuriyeti'nde son 30 yıldır yasal olarak sadece bir çocuğa izin veriliyormuş. Belki de duymamamızın nedeni, uygulamaya karşı halkın direncinin medyaya yansımamış olması, ya da bu olayı iletişmenin Çin'in pek işine gelmemesi. Şimdilerde trajik hikâyelerle yıkılıyor ortalık. Protestocuların en popüleri de Pekinli bir hukukçu...
Bir gün eline aldığı bir pankartla ana meydanlardan birinin ortasına dikiliyor:
"Benim adım Yang Zhizhu" yazıyor pankartta "Aile planlaması makamı bana 240.000 Yuan ceza kesti. Bunu ödeyemem. Bu yüzden kendimi köle olarak satmaya karar verdim. Beni satın alacak kişiye ölene kadar hizmet etmeye hazırım!"
Yang Zhizhu, ikinci kızı Ruonan için verdiği mücadele ile şimdiden Çin'in kahramanı haline gelmiş. Kesilen cezayı ‘kendinden vazgeçerek' protesto etme yolunu seçmiş.
Yaman çelişki... Çin'in nüfusu 1.3 milyarı çoktan geçmiş. Nüfus patlamasını zaptı rapta alamazsa, toplumun esenliğini sağlaması mümkün değil. Öte yandan ‘yasal' (!) bebek ve fetüs cinayetleri almış başını gitmiş.
Daha önce Pekin'de Gençlik Politikaları Yüksek Okulu Hukuk Fakültesi'nde Öğretim Görevlisi olarak görev yapan Yang şimdilik sadece işini kaybetmekle kalmış. "Benden çok daha kötü durumda olanlar var" diyor.
Bu arada dergi bir de kadın hekimle konuşmuş. Hali vakti bir hayli yerinde olan kadın doktor, utanç dolu yıllarını anlatırken çektiği acıyı da dile getiriyor.
80'li yıllarda hastanede çalıştığı dönemde günde ortalama 10 kürtaj yapıyormuş. Tempo günde 16 ölü fetüse kadar ulaşıyormuş. 1.000 operasyonda hiçbir kazaya sebebiyet vermediği için bir ara 50 Yuanla ödüllendirilmiş. Hayli dramatik şeyler anlatıyor Wu takma adını kullanan kadın: "Bazen de hamile kadınlara bilgi vermeden iğne yapıyorduk. Kadıncağız, tuvalete gittiğinde akıp giden şeyin bebeği olduğunu bilmiyordu... Hastanenin arka bahçesindeki çöp konteyneri 4, 5, 6 hatta bazen 7 aylık fetüslerle dolup taşıyordu..."
Wu'nun yeni doğan bebekleri bir su kovasında nasıl boğup öldürdüklerini anlattığı bölümleri ise, buraya ayrıntısıyla almıyorum.
Yang kızını aldırmak istememiş. "Pek çoğunun yaptığı gibi hamile eşimi memleketteki akrabaların yanında saklayabilir, ya da okuldan uzunca bir süre ayrılır sonra yeğenim geldi diye ortaya çıkabilir, ya da eşimi doğum için Hong Kong'a yollayabilirdim.
Bu işi yapan acenteler var. Fiyatı 85.000 Hong Kong Doları. Yeni zenginlerden olsaydım ya Hang Kong'u tercih eder ya da cezamı öder geçerdim."
Yang devleti mahkemeye vermiş. Kaybedeceğini bile bile. Ama mahkeme salonunu bir podyum gibi kullanıp durumu dünyaya haykırmak niyetinde. Yeni doğanların büyük kısmı erkekmiş. Kızları azaltınca nüfus daha kolay kontrol edilir, diye düşünmüş olmalılar...
Her ne kadar okulu Yang'ın kendileri için bir yüz karası olduğunu düşünüyorsa da, şimdiden yüz binler internet üzerinden desteğe başlamış. Para, giyecek ve yiyecek yardımı akıyormuş. İletişim yönetimi bir kere daha devreye girip işe yaramış yani. Yang olayının iletişimini yönetenlerin IPRA'dan ödül alıp alamayacakları pek belli değil. Ancak tarihe geçecekleri kesin.
Tek çocuğu madden destekleyen devlet Ruonan'a Hukou vermeyecekmiş. Hukou olmadan da Rounan'ın ne kimliği olabilecekmiş, ne pasaportu, ne sosyal güvenlik kartı ne de sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanma hakkı...
Yang, buna rağmen direniyor. İletişimin gücünden yararlanmayı umarak... Yang'a ulaşmak zor değil. Google'a ‘Yang Zhizhu' yazın; o sizi yönlendiriyor...
Deniz Baykal'ın iletişim bahtsızlığı
Siyasi iletişime meraklı olanlar 15 Haziran seçimleri öncesi ve sonrasında Ana Muhalefet Partisi içinde olan biteni dikkatle izlemeliler... Ülkenin siyasi iletişim boyutunda en önemli kenti İstanbul'daki İl Başkanlığı koltuğuna 18 ayda 5 farklı kişinin oturması evlere şenlik bir olay değildir de nedir?
Daha önce pek çok konuda olduğu gibi bu kez de bedelli, vicdani ret ve Dersim gibi konularda partinin görüşünün tek ses olarak ortaya konamaması, tersine her kafadan başka bir ses çıkıyormuş havasının yaratılması, algının kararmasına neden olmuştur. Gaflar, "Efendim, bunlar arkadaşlarımızın şahsi görüşleridir, partimizi bağlamaz; ayrıca partimizde demokrasi ve barış içinde rekabet ilkesi geçerlidir" türü numaralarla geçiştirilemeyecek kadar vahim hal almıştır...
AK Parti'ye saldırmaktan öteye bir adım geçemeyen ve başarısı CHP'li seçmenler tarafından dahi şüpheyle karşılanan politikaların (Bkz. MetroPOLL araştırması, Kasım 2011) üstüne tüy diken olay ise, işin garibi siyasi değil, kriminal bir vakadır...
Deniz Baykal'ın evine hırsız giriyor. Bu iki talihsiz ve cahil hırsız birden karşılarında sosyal demokrasinin ülkemizdeki en önemli liderlerinden biriyle burun buruna geliyorlar. Küçük bir şaşkınlık anının hemen ardından tabanları yağlayıp kaçıyorlar.
Bu durumda partinin ve tabii ki geçmiş liderlerinin de iletişiminden sorumlu (sorunlu) olan çevrelere ne düşerdi? Bu olayın duyulmasını engellemek, değil mi? İletişim Fakültesi birinci sınıf öğrencisi bu olayın Baykal ve doğal olarak parti adına bir zaaf olarak algılanacağını bilir. Onun için yayılmasını ne pahasına olursa olsun engeller. Kılıçdaroğlu'nun seçimlerde oy kullanamaması gibi bir olaydır bu. Liderini koruyamayan (liderine oy kullandırtamayan) bir parti ülkeyi nasıl korur, türünden, bu şekilde ifade edilmese de, bu şekilde hissedilmesine neden olacak bir ‘duruş' bir siyasi parti için hayli eksiklenilecek bir durum yaratabilir...
Deniz Bey, kendi hayatını bir filmde izlese, son yıllarda olup bitenlerle ilgili ne düşünür, ne hissederdi acaba? ‘Bahtsızlık' sözcüğü bu dönemini gayet iyi ifade etmez miydi? Bu bahtsız yıllar, tüm bir geçmişi gölgeleyecek güçte olabilir mi? Her şeye rağmen sanmıyorum. Çünkü "Benim geleceğim geçmişimdir" (My future is my past, W. Churchill), o güzel ‘kıssadan hisse' tüm biyografilerin özüdür.
Başbakan'ın da istihza ile belirttiği gibi Ana Muhalefetin toparlanma zamanı gelmiş de geçiyor. Güçlü bir demokrasi için güçlü bir muhalefet şart. Bunun için siyasi iletişimi kuralına göre yönetmeyi öğrenmek şart. Bunun için de siyaset yapmayı (ilişkileri yönetmeyi) bilmekle, siyasi iletişimi yönetmenin çok farklı şeyler olduğunu bilmek şart. Ya da bilmediğini bilmek şart...
Piyano Festivali Volkswagen'e yakışmış
Geçenlerde gazetelerde yarım sayfa son derece şık ve hoş bir ‘otomobil ilanı'(!) yer aldı. Yukarıdaki iki tek tırnak arasındaki isim tamlamasının hemen yanı başındaki ünlemin anlamı şu: Bu bir otomobil ilanıydı fakat üstünde bir otomobil resmi yoktu...
Fotoğrafın sol tarafında bir orkestranın dört elemanı fraklar içinde ellerindeki yaylılarla beşinci bir müzisyene eşlik ediyorlardı. Biraz daha bize doğru önde olan beşinci müzisyen ise, motor kaputunu kaldırılmış ve ancak burnu gözüken bir aracın ön paneli üzerinde piyano çalıyordu...
Absürt değil mi? Evet absürt. Onu çekici kılan da zaten bedii bir yaklaşımla kullanılan ‘absürtlük' değil mi?
Bu ‘12. Uluslararası Antalya Piyano Festivali'nin duyuru ilanıydı aynı zamanda.
Volkswagen sponsorluk / kurumsal sosyal sorumluk (KSS) konusunda bir kez daha ders veriyordu. Ne dersi? Tutarlılık, yaratıcılık ve sürdürülebilirlik dersi.
Bana, ısrarla seçtikleri alanda sebat eden ve yıllar sonra bu sebatın meyvelerini itibar ve algı olarak toplamayı başaran Sabancı, Koç, Eczacıbaşı, Borusan, Akbank, Enka, Evea, Turkcell, Türk Telekom vb firmaları çağrıştırdı.
Volkswagen ve genç müzisyenler... Ne ilgisi var değil mi?
Verbal olarak kolay olmayabilir ancak Festivalin web sitesine girince o muhteşem uyumu hemen fark ediyorsunuz. Cıvıl cıvıl, iddialı, başarılı ve klas!.. Volkswagen özdeşleşmek için başka hangi kavramı istesin ki...
Tebrikler Volkswagen; ısrarla sebat çizgisine devam; Türkiye'de sponsorlukla KSS arasındaki farkı elbet bir gün tam olarak anlayacağız.
Çözünce bir rahatladım ki...
Aslında çok hoş bir cıngıl. Melodik yapı şahane. Seslendirme polifonik, batı normlarında ve çok akılda kalıcı... Her sabah işe giderken defalarca dinliyorum... Yalnız iletişim boyutunda küçük bir sorun var. Cıngılda ne dendiğini bir türlü anlamıyorum. Daha doğrusu anlamıyordum...
Sonra bu ilginç durumu buraya yazmaya karar verince kulak kesildim. Öyle ya, siz reklama onca para harcayın, sonra ne dediğiniz anlaşılmasın... Kulak kesilince birkaç gün içinde bir detektif gibi iz sürüp olayı çözdüm. Baş tarafta ne dendiğini zaten hiç çıkaramıyordum. Ancak sonunda pek ihtimal vermesem de bir kelime yakaladım: Derin!..
Derin bir şey ama ne? ‘Derin devlet' kültüründen gelmiş biri olarak bu derin kelimesiyle neler yapılmış olabileceğini bir türlü kestiremiyordum...
Google'a ‘derin' yazıp bulmam olası değildi. İlle de bir kelime daha kapmam şarttı. Bizim şoför Ercan Bey "Ali Bey, en sonunda filo kiralama falan diyor galiba" dedi...
Evet!.. Haklıydı. ‘Derin' ve ‘oto kiralama', yazdım; bir baktım, karşıma ‘Derin Oto Kiralama' çıktı. Ama bu bizimki değildi ki...
Yine cıngılı dinlemeye koyuldum. Bir de ‘vizyon' kelimesi vardı en sonunda... "Filo kiralama vizyonu" diyordu koro... İşte nihayet puzzle çözülmüştü. Web sitesini buldum ve cıngılın baş tarafı da kendiliğinden çözüldü. Şöyleydi cıngılın sözleri: "DeReDe, Derindere, Filo Kiralama Vizyonu"...
Reklamda başka hiçbir veri yoktu. Ne bir telefon numarası, ne de bir web sitesi. Ayrıca Türk milleti kesinlikle kelime baş harflerinden oluşturulmuş kısaltmalardan haz etmezdi... DRD neydi... Nasıl çözecekti bu bulmacayı...
Ben çözmüştüm ve çok rahatlamıştım. Belki DRD firması da böyle olmasını istemişti. İnsanlar günlerce zorlanacaklar, daralacaklar, bir türlü ne dendiğini çözemeyecekler; sonra da çözünce benim gibi havalara uçacaklardı...
Kim bilir?..
Gelin, bugünkü köşemizden Çin'e, daha doğrusu Çin'in dramatik bir yanına PR'cı (!) gözüyle bakalım...
Ben bilmiyordum. Der Spiegel'de okuduğumda, "Zamandan amma kopmuşum" diye düşündüm... Ben iki biliyordum. Çin Halk Cumhuriyeti'nde son 30 yıldır yasal olarak sadece bir çocuğa izin veriliyormuş. Belki de duymamamızın nedeni, uygulamaya karşı halkın direncinin medyaya yansımamış olması, ya da bu olayı iletişmenin Çin'in pek işine gelmemesi. Şimdilerde trajik hikâyelerle yıkılıyor ortalık. Protestocuların en popüleri de Pekinli bir hukukçu...
Bir gün eline aldığı bir pankartla ana meydanlardan birinin ortasına dikiliyor:
"Benim adım Yang Zhizhu" yazıyor pankartta "Aile planlaması makamı bana 240.000 Yuan ceza kesti. Bunu ödeyemem. Bu yüzden kendimi köle olarak satmaya karar verdim. Beni satın alacak kişiye ölene kadar hizmet etmeye hazırım!"
Yang Zhizhu, ikinci kızı Ruonan için verdiği mücadele ile şimdiden Çin'in kahramanı haline gelmiş. Kesilen cezayı ‘kendinden vazgeçerek' protesto etme yolunu seçmiş.
Yaman çelişki... Çin'in nüfusu 1.3 milyarı çoktan geçmiş. Nüfus patlamasını zaptı rapta alamazsa, toplumun esenliğini sağlaması mümkün değil. Öte yandan ‘yasal' (!) bebek ve fetüs cinayetleri almış başını gitmiş.
Daha önce Pekin'de Gençlik Politikaları Yüksek Okulu Hukuk Fakültesi'nde Öğretim Görevlisi olarak görev yapan Yang şimdilik sadece işini kaybetmekle kalmış. "Benden çok daha kötü durumda olanlar var" diyor.
Bu arada dergi bir de kadın hekimle konuşmuş. Hali vakti bir hayli yerinde olan kadın doktor, utanç dolu yıllarını anlatırken çektiği acıyı da dile getiriyor.
80'li yıllarda hastanede çalıştığı dönemde günde ortalama 10 kürtaj yapıyormuş. Tempo günde 16 ölü fetüse kadar ulaşıyormuş. 1.000 operasyonda hiçbir kazaya sebebiyet vermediği için bir ara 50 Yuanla ödüllendirilmiş. Hayli dramatik şeyler anlatıyor Wu takma adını kullanan kadın: "Bazen de hamile kadınlara bilgi vermeden iğne yapıyorduk. Kadıncağız, tuvalete gittiğinde akıp giden şeyin bebeği olduğunu bilmiyordu... Hastanenin arka bahçesindeki çöp konteyneri 4, 5, 6 hatta bazen 7 aylık fetüslerle dolup taşıyordu..."
Wu'nun yeni doğan bebekleri bir su kovasında nasıl boğup öldürdüklerini anlattığı bölümleri ise, buraya ayrıntısıyla almıyorum.
Yang kızını aldırmak istememiş. "Pek çoğunun yaptığı gibi hamile eşimi memleketteki akrabaların yanında saklayabilir, ya da okuldan uzunca bir süre ayrılır sonra yeğenim geldi diye ortaya çıkabilir, ya da eşimi doğum için Hong Kong'a yollayabilirdim.
Bu işi yapan acenteler var. Fiyatı 85.000 Hong Kong Doları. Yeni zenginlerden olsaydım ya Hang Kong'u tercih eder ya da cezamı öder geçerdim."
Yang devleti mahkemeye vermiş. Kaybedeceğini bile bile. Ama mahkeme salonunu bir podyum gibi kullanıp durumu dünyaya haykırmak niyetinde. Yeni doğanların büyük kısmı erkekmiş. Kızları azaltınca nüfus daha kolay kontrol edilir, diye düşünmüş olmalılar...
Her ne kadar okulu Yang'ın kendileri için bir yüz karası olduğunu düşünüyorsa da, şimdiden yüz binler internet üzerinden desteğe başlamış. Para, giyecek ve yiyecek yardımı akıyormuş. İletişim yönetimi bir kere daha devreye girip işe yaramış yani. Yang olayının iletişimini yönetenlerin IPRA'dan ödül alıp alamayacakları pek belli değil. Ancak tarihe geçecekleri kesin.
Tek çocuğu madden destekleyen devlet Ruonan'a Hukou vermeyecekmiş. Hukou olmadan da Rounan'ın ne kimliği olabilecekmiş, ne pasaportu, ne sosyal güvenlik kartı ne de sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanma hakkı...
Yang, buna rağmen direniyor. İletişimin gücünden yararlanmayı umarak... Yang'a ulaşmak zor değil. Google'a ‘Yang Zhizhu' yazın; o sizi yönlendiriyor...
Deniz Baykal'ın iletişim bahtsızlığı
Siyasi iletişime meraklı olanlar 15 Haziran seçimleri öncesi ve sonrasında Ana Muhalefet Partisi içinde olan biteni dikkatle izlemeliler... Ülkenin siyasi iletişim boyutunda en önemli kenti İstanbul'daki İl Başkanlığı koltuğuna 18 ayda 5 farklı kişinin oturması evlere şenlik bir olay değildir de nedir?
Daha önce pek çok konuda olduğu gibi bu kez de bedelli, vicdani ret ve Dersim gibi konularda partinin görüşünün tek ses olarak ortaya konamaması, tersine her kafadan başka bir ses çıkıyormuş havasının yaratılması, algının kararmasına neden olmuştur. Gaflar, "Efendim, bunlar arkadaşlarımızın şahsi görüşleridir, partimizi bağlamaz; ayrıca partimizde demokrasi ve barış içinde rekabet ilkesi geçerlidir" türü numaralarla geçiştirilemeyecek kadar vahim hal almıştır...
AK Parti'ye saldırmaktan öteye bir adım geçemeyen ve başarısı CHP'li seçmenler tarafından dahi şüpheyle karşılanan politikaların (Bkz. MetroPOLL araştırması, Kasım 2011) üstüne tüy diken olay ise, işin garibi siyasi değil, kriminal bir vakadır...
Deniz Baykal'ın evine hırsız giriyor. Bu iki talihsiz ve cahil hırsız birden karşılarında sosyal demokrasinin ülkemizdeki en önemli liderlerinden biriyle burun buruna geliyorlar. Küçük bir şaşkınlık anının hemen ardından tabanları yağlayıp kaçıyorlar.
Bu durumda partinin ve tabii ki geçmiş liderlerinin de iletişiminden sorumlu (sorunlu) olan çevrelere ne düşerdi? Bu olayın duyulmasını engellemek, değil mi? İletişim Fakültesi birinci sınıf öğrencisi bu olayın Baykal ve doğal olarak parti adına bir zaaf olarak algılanacağını bilir. Onun için yayılmasını ne pahasına olursa olsun engeller. Kılıçdaroğlu'nun seçimlerde oy kullanamaması gibi bir olaydır bu. Liderini koruyamayan (liderine oy kullandırtamayan) bir parti ülkeyi nasıl korur, türünden, bu şekilde ifade edilmese de, bu şekilde hissedilmesine neden olacak bir ‘duruş' bir siyasi parti için hayli eksiklenilecek bir durum yaratabilir...
Deniz Bey, kendi hayatını bir filmde izlese, son yıllarda olup bitenlerle ilgili ne düşünür, ne hissederdi acaba? ‘Bahtsızlık' sözcüğü bu dönemini gayet iyi ifade etmez miydi? Bu bahtsız yıllar, tüm bir geçmişi gölgeleyecek güçte olabilir mi? Her şeye rağmen sanmıyorum. Çünkü "Benim geleceğim geçmişimdir" (My future is my past, W. Churchill), o güzel ‘kıssadan hisse' tüm biyografilerin özüdür.
Başbakan'ın da istihza ile belirttiği gibi Ana Muhalefetin toparlanma zamanı gelmiş de geçiyor. Güçlü bir demokrasi için güçlü bir muhalefet şart. Bunun için siyasi iletişimi kuralına göre yönetmeyi öğrenmek şart. Bunun için de siyaset yapmayı (ilişkileri yönetmeyi) bilmekle, siyasi iletişimi yönetmenin çok farklı şeyler olduğunu bilmek şart. Ya da bilmediğini bilmek şart...
Piyano Festivali Volkswagen'e yakışmış
Geçenlerde gazetelerde yarım sayfa son derece şık ve hoş bir ‘otomobil ilanı'(!) yer aldı. Yukarıdaki iki tek tırnak arasındaki isim tamlamasının hemen yanı başındaki ünlemin anlamı şu: Bu bir otomobil ilanıydı fakat üstünde bir otomobil resmi yoktu...
Fotoğrafın sol tarafında bir orkestranın dört elemanı fraklar içinde ellerindeki yaylılarla beşinci bir müzisyene eşlik ediyorlardı. Biraz daha bize doğru önde olan beşinci müzisyen ise, motor kaputunu kaldırılmış ve ancak burnu gözüken bir aracın ön paneli üzerinde piyano çalıyordu...
Absürt değil mi? Evet absürt. Onu çekici kılan da zaten bedii bir yaklaşımla kullanılan ‘absürtlük' değil mi?
Bu ‘12. Uluslararası Antalya Piyano Festivali'nin duyuru ilanıydı aynı zamanda.
Volkswagen sponsorluk / kurumsal sosyal sorumluk (KSS) konusunda bir kez daha ders veriyordu. Ne dersi? Tutarlılık, yaratıcılık ve sürdürülebilirlik dersi.
Bana, ısrarla seçtikleri alanda sebat eden ve yıllar sonra bu sebatın meyvelerini itibar ve algı olarak toplamayı başaran Sabancı, Koç, Eczacıbaşı, Borusan, Akbank, Enka, Evea, Turkcell, Türk Telekom vb firmaları çağrıştırdı.
Volkswagen ve genç müzisyenler... Ne ilgisi var değil mi?
Verbal olarak kolay olmayabilir ancak Festivalin web sitesine girince o muhteşem uyumu hemen fark ediyorsunuz. Cıvıl cıvıl, iddialı, başarılı ve klas!.. Volkswagen özdeşleşmek için başka hangi kavramı istesin ki...
Tebrikler Volkswagen; ısrarla sebat çizgisine devam; Türkiye'de sponsorlukla KSS arasındaki farkı elbet bir gün tam olarak anlayacağız.
Çözünce bir rahatladım ki...
Aslında çok hoş bir cıngıl. Melodik yapı şahane. Seslendirme polifonik, batı normlarında ve çok akılda kalıcı... Her sabah işe giderken defalarca dinliyorum... Yalnız iletişim boyutunda küçük bir sorun var. Cıngılda ne dendiğini bir türlü anlamıyorum. Daha doğrusu anlamıyordum...
Sonra bu ilginç durumu buraya yazmaya karar verince kulak kesildim. Öyle ya, siz reklama onca para harcayın, sonra ne dediğiniz anlaşılmasın... Kulak kesilince birkaç gün içinde bir detektif gibi iz sürüp olayı çözdüm. Baş tarafta ne dendiğini zaten hiç çıkaramıyordum. Ancak sonunda pek ihtimal vermesem de bir kelime yakaladım: Derin!..
Derin bir şey ama ne? ‘Derin devlet' kültüründen gelmiş biri olarak bu derin kelimesiyle neler yapılmış olabileceğini bir türlü kestiremiyordum...
Google'a ‘derin' yazıp bulmam olası değildi. İlle de bir kelime daha kapmam şarttı. Bizim şoför Ercan Bey "Ali Bey, en sonunda filo kiralama falan diyor galiba" dedi...
Evet!.. Haklıydı. ‘Derin' ve ‘oto kiralama', yazdım; bir baktım, karşıma ‘Derin Oto Kiralama' çıktı. Ama bu bizimki değildi ki...
Yine cıngılı dinlemeye koyuldum. Bir de ‘vizyon' kelimesi vardı en sonunda... "Filo kiralama vizyonu" diyordu koro... İşte nihayet puzzle çözülmüştü. Web sitesini buldum ve cıngılın baş tarafı da kendiliğinden çözüldü. Şöyleydi cıngılın sözleri: "DeReDe, Derindere, Filo Kiralama Vizyonu"...
Reklamda başka hiçbir veri yoktu. Ne bir telefon numarası, ne de bir web sitesi. Ayrıca Türk milleti kesinlikle kelime baş harflerinden oluşturulmuş kısaltmalardan haz etmezdi... DRD neydi... Nasıl çözecekti bu bulmacayı...
Ben çözmüştüm ve çok rahatlamıştım. Belki DRD firması da böyle olmasını istemişti. İnsanlar günlerce zorlanacaklar, daralacaklar, bir türlü ne dendiğini çözemeyecekler; sonra da çözünce benim gibi havalara uçacaklardı...
Kim bilir?..