"Kurumsal vatandaşlık mihenk taşıdır..."
Geçen sayıda yazımızın altına not düşmüşüz: "Gelecek sayıda kurumsal vatandaşlık meselesini ele almaya çalışacağız".15 Ağustos sayısının başlığını hatırlayalım: "Merdivenaltı ve Kara Propaganda yakında iflas eder."
Neden iki sayıdır bu konuya takıldık?
Çünkü prematüre bir döneme tıkanmış kalmış, gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında bir arpa boyu yol kat etmediği hemen görülecek olan iletişim sektörünün, özellikle PR dünyasının içine düştüğü açmazdan çıkmasının yolu, kurumsal vatandaşlık meselesini kavramak ve hayata geçirmekten geçer; onun için.
Uluslar arası büyük firmaların işin içinde oldukları kurumları ve kurumsallaşmış şirketleri hariç tutarsak, belki nicelik olarak değil ama nitelik olarak kerametleri kendilerinden menkul, hiçbir adabı muaşeret ve etik tutarlılığa sırtını yaslamamış, kendi varlığının altını, saldırgan politikalarla rekabeti kötüleyerek, yalan yanlış "Kara Propaganda" yaparak çizmeye çalışan, "tel maşa" şirketler, kurumsal vatandaşlık kurallarına uymamayı, onları hiçe saymayı bir matahmış gibi görebilmekteler. Bu "duruşlarını" da "dinamizm", "zekâ" kavramlarıyla süsleyerek "yüceltmeye" çalışmaktalar.
Kısa sürede göz kamaştırıcı başarıları ortaya çıkarabilip sonrasında ise çakılmaktan kurtulamayan bu yaklaşım rafa kalkmadıkça, buna prim vermekten vazgeçilmedikçe, iletişim özellikle de PR sektörünün gelişmesi mümkün değildir.
Bu tür yaklaşıma geçmiş yıllarda, siyasette, medyada, iş dünyasında sık sık rastladık. Sonra gereken faturaları ödeyip silinip gittiler. Çünkü "kurumsal vatandaşlık" açısından "özürlüydüler".
Nedir "Kurumsal Vatandaşlık"?
En basite indirerek özetleyelim:
Yakın bir gelecekte rekabet avantajını tamamen yitirmek istemiyor, körün tuttuğunu öptüğü bir düzenin kimseye yaramayacağı gerçeğini bir gün herkesin keşfedeceğini görüyorsan ve o gün geç kalabileceğini hissediyorsan, Kurumsal Vatandaşlığı keşfedip şirket yaşamına geçirmenin tam zamanı demektir.
Parlak laflar ve geçici heyecanlarla değil kalıcı, derinlik kazanmış, saygılı tutum ve yatırımlarla geleceğini inşa eden iletişim şirketleri kalıcı olacaklardır. Bu çerçevede modern PR sektörümüzün kurucuları Marmara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Alaeddin Asna'yı (Türkiye'deki ilk PR şirketi A&B Halkla İlişkiler'in kurucusu) ve Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Halkla İlişkiler Lisans Programı Koordinatörü ve IPRA eski Başkanı Betül Mardin'i (Strateji Tanıtım ve İmaj Halkla İlişkiler'in Kurucusu) saygı ve sevgiyle yad etmek yarar var. Onların gösterdiği yol, her zaman Kurumsal Vatandaşlık çizgisi olmuştur.
Teklif aslında ‘ahlaksız' değil
Akşam gazetesi köşe yazarı Oray Eğin'e geçenlerde bir e-posta gelmiş. Gönderen bir reklam ajansı. İçinde bir teklif... Eğin'e belli firmalar hakkında gün içinde twitter'a ileti yazmasını öneriyorlarmış. Müşterilerinden bir reklam metni gelecekmiş, o da bunu takipçileriyle paylaşacakmış. Üstelik kendi kafasının yatmadığı firmayı övmek zorunda da değilmiş...
Oray, "Tereddüt etmeden ilgilenmediğimi, bir daha bana bu konuda ulaşmamalarını söyledim. Gazetecilik bu gibi işlere yüz vermemizi engelleyen etik standartlarla örülü. Ama bir yandan da sonradan ‘Acaba eski kafalı mıyım, yanlış mı düşünüyorum' diye içime dert oldu" diyor. (www.aksam.com.tr/bu-teklifi-kabul-etmeli-miyim-3374y.html)
Böylece ilginç bir tartışmanın kapısını aralıyor. Oray reddetmiş, ama herhalde reddetmeyen de var.
Yazı şöyle sürüyor:
"Twitter'daki şöhretlerin takipçi sayısı çoktandır firmaların iştahını kabartıyor.
Bunun geçmişte bir anlamda sağlamasını da yaptım. Tesadüfen tattığım ve beğendiğim bir pizzacı hakkında bir tweet atmıştım. Sahiplerini hiç tanımıyorum, işin içinde herhangi bir "hanut" yoktu. Sadece yemeksepeti.com'dan sipariş vermiştim, beğenmiştim, bunu da takipçilerimle paylaşmıştım.
Bir süre sonra pizzacıyla ortak bir arkadaşımız çıktı. O söyledi; meğerse ciroları tek bir tweet sayesinde yüzde 30 artmış. O an sosyal medyanın nasıl etkili bir pazarlama aracı olduğu gerçeğini bizzat yaşadım. Neden Kardashian'lara on binlerce dolar verildiğini de anladım...
...
Düşünsenize, o kadar tweet yoğunluğu içinde her gün bir tane tanıtım. 'Şuranın kahvesi çok güzel' ya da 'Şu ürünü kullanın iyi gelecek' gibi. Okur buna tahammül edebilir mi?
Bir süre sonra 'inandırıcılık' sorunu çıkacağı kesin.
Doğrusu ben ürün tanıtmaktan, kullandığım ve beğendiğim bir şey hakkında yazmaktan çekinmiyorum.
Tanıttığım ürünlerden para aldığım ortaya çıkarsa aynı etkiyi gösterir mi? Hiç zannetmiyorum. 'Reklam yapıyor, ciddiye almaya değmez' derler.
Fakat diğer yandan böylesi bir 'reklam anlaşması' gazetecinin bağımsızlığına da katkı sağlamaz mı? Hele medyanın bu ortamında kendisine yer bulamayan, susturulmuş, medya düzeninin dışladığı ve kendisini sosyal medyadan ifade etmek isteyen bir gazetecinin önünü açmaz mı bu formül? Sesinin kısılmasına, teslim olmasına engel değil mi böylesi bir ekonomik güç?
...
Bu yeni düzen bizleri özgürleştirir mi?
Diyorum ama ben eski kafalıyım diye... O yüzden de üzerinde iki kere düşünmeden hemen reddettim böylesi bir teklifi. 'Ama'sı üzerinde durmaya değer ama."
Bence mükemmel bir tartışma konusu...
Hemen şahsi görüşümü arz edeyim. Oray tweet'inin bir yerinde, ya da ana sayfasında o ürün ya da kurum ile ilgili ticari anlaşmasından söz ederse, hiçbir etik sorun olmaz... Bunu Serdar Turgut tespit etmişti: "Danışmanlık hizmeti verdiğin şirketten söz ederken arandaki ticari ilişkiyi belirtirsen, dilediğini yazabilirsin. Okur bu dürüst yaklaşımı mutlaka görecektir. Sonra yazdığına bakacak. Kendi deneyimiyle karşılaştırıp seni içtenliğine öyle karar verecektir."
Liberal, serbest piyasa ekonomilerinde iş eninde sonunda "Ne aldın ne verdin" noktasına ve bu alış verişin toplumun genel geçerli ortak ruhi şekillenmesine uyup uymadığına bakar... Aksi takdirde bütün sponsorluk ve toplumsal sosyal sorumluluk sistemi çökerdi...
Bu nedenle Oray kardeşim, kurtul şu ‘hanut paranoyasından' ve eğer senin de arkasında duramayacağın berbat bulduğun bir şeyi ‘tavsiye etmek' durumunda kalmayacaksan, karşılığında bağımsızlığını artırabileceğini düşünüyor ve konuyu açıklık ve şeffaflık içinde yöneteceğine inanıyorsan, tweet anlaşmasını kabul et.
Yeter ki onursuz olmasın ‘aşk'...
Zaman tasarruf edilmez; çünkü uçar
Hem rahmetli babam Nihat Saydam'ın yakın arkadaşı hem de ülkemizin değerli fizikçilerinden rahmetli Prof. Salih Murat Uzdilek'i sık sık anarım. Bir dostumuzun sahaflardan bulup buluşturduğu Salih Murat Uzdilek imzalı "Değişen Dünyanın Sırları" adlı kitabı tavsiye etsem de meraklısının bulması zor. Öyleyse satırlarından aldığım hazzı sizlerle paylaşmak boynumun borcu. Neler öğrendim neler? Örneğin, Neandertal Adamı devrine 1.500, ondan önce "vahşet halinde şaşkın şaşkın dolaşan adamlar" devrine 30.000, taş devrine 500 ve -günümüze yaklaştıkça- örneğin baskı makinesinin icadı yıllarına 15 nesil tarafından tanık olunduğunu biliyor muydunuz?
Uzdilek, "Bunlardan haberimiz olsun veya olmasın, bunları beğenelim veya beğenmeyelim, insan bu dünyaya gökten zenbille inmiş gibi değil, belki elinden kurtulamayacağı iki şeyi tevarüs ederek gelmiştir" diyor. Birincisi malum; ebeveynlerimizden aldığımız vücut yapısı. (His, uzuvları, sinir sistemi, beyin ve genel yapı çerçevesiyle.) İkincisi, dünyaya gelişimizde kendimizi "huyları, örf ve adetleri, doğruluk veya eğrilik fikirleri"yle, diniyle bilgisiyle hazır bir sosyal muhit içinde buluyor olmamız.
"Kendimizi yeni kalıplara sessizce uydururuz" diyor, "Mektebe, mabede gideriz". Aynen dediği gibi, içine doğduğumuz "pek esaslı olan ve diğer sosyal müesseseler gibi bir tarih taşıyan dilimizi" de derhal kabul ederiz. Sonra... "Kütle gibi hareket ederiz, kütle gibi düşünürüz. İzahlarımız kütlenin izahları gibidir."
Ferdin gayesi kelimenin tam manası ile yaşamak ve cemiyetin gayesi de "insan zaferlerini sosyalize etmekten ibaret"miş.
İnsan zaferlerini sosyalize etmek. Bu fasılda "Biraz açar mısınız hocam?" desek, lafın devamı şöyle gelecek:
"Yüksek ruhlu şairlerin, insanlık için iyi düşünenlerin hülyalarını hakikate kalbetmek ve herkese eşit haklar vermekle temin edilebilir. İnsanın ana zaferleri, bilgiden bir takım şeyleri keşfetmek için kullandığı yollar ve bulduğu usullerdir. Bunlar da iyi bir pilav pişirmekten tutun, Süleymaniye Camii, Beethoven'ın beşinci senfonisi, Newton'un hareket kanunları ve bilmem kimin felsefesine kadar gider."
Ferdin gayesine gelince... Kelimenin tam manasıyla "yaşamak" her birimiz için gaye oluyorsa, bu bahsin açılımını da rahmetli şöyle anlamlandırıyor:
"Bunun için en iyi yol kainata ait hakikatleri toplamak, bunları mantıki bir tarzda tertip etmek ve kullanmak yolunu bulmaktır. Bir insanı kemale erdirebilecek biricik amil bilgidir."
Rahmetlinin "bilgiyi kullanmak" dediği "faydalı müddet", bir insanın en çok otuz-otuzbeş senesini alıp götürüyor. Hoca hesabını yapmış: "35 sene 12.783 gün eder. Bunun üçte ikisi yemek, içmek, uyumak, vücuda bakmak, gezmek, yürümekle geçer. Geriye iş için 4.261 gün kalıyor. Bu da tabiatın bize ne küçük bir sadakası değil mi?"
Salih Murat Hoca, işte tam da bu noktada "zaman" kavramını devreye sokuyor ve "Zaman tasarruf edilmez. Zaman uçar." diyor. Ah ne kadar da doğru: "Elektriğin akümülatöre doldurulması gibi zamanı tutup da bir yere dolduramayız. Bugün bir daha gelmez. Mekanda ne güneş ve ne de arz bugünkü mevkiini bir daha almaz; o uçup gitmiş demektir. Onu saklayıp sonra istediğimiz iyi ve fena şekilde kullanmak imkansızdır. Bu halde dar zaman çerçevesinde çok işe bakalım. Yani zamanı mekan yönünden inbisat (içte derinleşme) ettirelim veya konsantrasyonumuzu artıralım."
Rahmetli, dar zamanlarda çok iş yapma eğiliminde olanların büyük bir sırrın peşinde olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor: "Bu sır da şüphesiz son realitedir. Buna varılıp varılamayacağı ne kadar şüpheli olursa olsun insanı bu yoldan çevirmek imkansızdır."
Prof. Salih Murat Uzdilek'ten hayata ve hayatımıza dair notlara kaldığımız yerden zaman zaman devam etmek arzusundayım.
Neden iki sayıdır bu konuya takıldık?
Çünkü prematüre bir döneme tıkanmış kalmış, gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında bir arpa boyu yol kat etmediği hemen görülecek olan iletişim sektörünün, özellikle PR dünyasının içine düştüğü açmazdan çıkmasının yolu, kurumsal vatandaşlık meselesini kavramak ve hayata geçirmekten geçer; onun için.
Uluslar arası büyük firmaların işin içinde oldukları kurumları ve kurumsallaşmış şirketleri hariç tutarsak, belki nicelik olarak değil ama nitelik olarak kerametleri kendilerinden menkul, hiçbir adabı muaşeret ve etik tutarlılığa sırtını yaslamamış, kendi varlığının altını, saldırgan politikalarla rekabeti kötüleyerek, yalan yanlış "Kara Propaganda" yaparak çizmeye çalışan, "tel maşa" şirketler, kurumsal vatandaşlık kurallarına uymamayı, onları hiçe saymayı bir matahmış gibi görebilmekteler. Bu "duruşlarını" da "dinamizm", "zekâ" kavramlarıyla süsleyerek "yüceltmeye" çalışmaktalar.
Kısa sürede göz kamaştırıcı başarıları ortaya çıkarabilip sonrasında ise çakılmaktan kurtulamayan bu yaklaşım rafa kalkmadıkça, buna prim vermekten vazgeçilmedikçe, iletişim özellikle de PR sektörünün gelişmesi mümkün değildir.
Bu tür yaklaşıma geçmiş yıllarda, siyasette, medyada, iş dünyasında sık sık rastladık. Sonra gereken faturaları ödeyip silinip gittiler. Çünkü "kurumsal vatandaşlık" açısından "özürlüydüler".
Nedir "Kurumsal Vatandaşlık"?
En basite indirerek özetleyelim:
- 1. Vergiyi, muhtasarı, SGK kesintilerini düzenli, olması gerektiği miktarlarda ödemek.
- 2. Çalışanların ücretlerini bordroda düşük gösterip, üstünü ‘zarf'la ödeyip, zarfla ödenen kısım gelir hanesinde kalacağından bu sefer fazla vergi ödenmesi söz konusu olacağı için, sağdan soldan fatura bulup farkı kapatmaya çalışmamak.
- 3. Şeffaf ve açık muhasebe sistemine sahip olmak. Bu lafla olmaz. Yeminli mali müşavir denetimi dışında iç ve dış olmak üzere, belgelenmiş iki denetim hizmeti daha almak... Şeffaflıkla açıklık arasındaki farkı kavramak.
- 4. Çalışanların bordrolarında brüt maaşlarını netlerine göre göstermek ve SGK ödemesinin onun üzerinden yapmak.
- 5. Stajyerler dahil kimseyi sigortasız çalıştırmamak. Stajyerlere en az asgari ücretin üçte birini, yemek ve yol parasını ödemek, onları yetiştirmeyi bir sektörel sorumluluk olarak görmek, gençleri sömürmek için araç olarak değil.
- 6. Ulusal ve uluslar arası meslek kuruluşlarına üye olmak ve bunların ortaya koyduğu (örneğin Stockholm Charter gibi) etik kodları hayata geçirmeyi kabullenmek ve bu alanda üç tercihan iki yılda bir kendini uluslar arası sertifikasyonu bulunan kurumlara denetletmeyi taahhüt etmek ve denetletmek.
- 7. Birleşmiş Milletler'in (BM) Küresel İlkeler Sözleşmesini (Global Compact) imzalamak ve en önemlisi BM'in Global Compact ile ilgili Türkiye sayfasında, şirketinin adının yanıda "sarı üçgen içinde ünlem" işaretinin bulunmasını engellemek; yani insan hakları, çalışanlar, çevre ve yolsuzluk konularını kapsayan 10 maddelik ilkelerle ile ilgili her yıl gelişim raporunu BM'e sunmak ve bunu sürdürmek.
- 8. Kurumsallaşma süreçlerini hızla geliştirmek; kurumsal hafıza, bireysel gelişim ve kariyer olanaklarını hedefleyen performans değerlendirme sistemini zenginleştirmiş ve 5 kurumsal süreçte uluslar arası standartları yakalamak üzere yola çıkılmak: a. Finansal süreçler, b. İlişki süreçleri, c. İletişim süreçleri, d. Yapısal süreçler, e. Üretim süreçleri.
- 9. Bunlar bize lüks hangi şirkette varmış ki, dememek. Çünkü pek çok şirkette var. Bakının etrafınıza göreceksiniz.
Yakın bir gelecekte rekabet avantajını tamamen yitirmek istemiyor, körün tuttuğunu öptüğü bir düzenin kimseye yaramayacağı gerçeğini bir gün herkesin keşfedeceğini görüyorsan ve o gün geç kalabileceğini hissediyorsan, Kurumsal Vatandaşlığı keşfedip şirket yaşamına geçirmenin tam zamanı demektir.
Parlak laflar ve geçici heyecanlarla değil kalıcı, derinlik kazanmış, saygılı tutum ve yatırımlarla geleceğini inşa eden iletişim şirketleri kalıcı olacaklardır. Bu çerçevede modern PR sektörümüzün kurucuları Marmara Üniversitesi'nden Prof. Dr. Alaeddin Asna'yı (Türkiye'deki ilk PR şirketi A&B Halkla İlişkiler'in kurucusu) ve Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Halkla İlişkiler Lisans Programı Koordinatörü ve IPRA eski Başkanı Betül Mardin'i (Strateji Tanıtım ve İmaj Halkla İlişkiler'in Kurucusu) saygı ve sevgiyle yad etmek yarar var. Onların gösterdiği yol, her zaman Kurumsal Vatandaşlık çizgisi olmuştur.
Teklif aslında ‘ahlaksız' değil
Akşam gazetesi köşe yazarı Oray Eğin'e geçenlerde bir e-posta gelmiş. Gönderen bir reklam ajansı. İçinde bir teklif... Eğin'e belli firmalar hakkında gün içinde twitter'a ileti yazmasını öneriyorlarmış. Müşterilerinden bir reklam metni gelecekmiş, o da bunu takipçileriyle paylaşacakmış. Üstelik kendi kafasının yatmadığı firmayı övmek zorunda da değilmiş...
Oray, "Tereddüt etmeden ilgilenmediğimi, bir daha bana bu konuda ulaşmamalarını söyledim. Gazetecilik bu gibi işlere yüz vermemizi engelleyen etik standartlarla örülü. Ama bir yandan da sonradan ‘Acaba eski kafalı mıyım, yanlış mı düşünüyorum' diye içime dert oldu" diyor. (www.aksam.com.tr/bu-teklifi-kabul-etmeli-miyim-3374y.html)
Böylece ilginç bir tartışmanın kapısını aralıyor. Oray reddetmiş, ama herhalde reddetmeyen de var.
Yazı şöyle sürüyor:
"Twitter'daki şöhretlerin takipçi sayısı çoktandır firmaların iştahını kabartıyor.
Bunun geçmişte bir anlamda sağlamasını da yaptım. Tesadüfen tattığım ve beğendiğim bir pizzacı hakkında bir tweet atmıştım. Sahiplerini hiç tanımıyorum, işin içinde herhangi bir "hanut" yoktu. Sadece yemeksepeti.com'dan sipariş vermiştim, beğenmiştim, bunu da takipçilerimle paylaşmıştım.
Bir süre sonra pizzacıyla ortak bir arkadaşımız çıktı. O söyledi; meğerse ciroları tek bir tweet sayesinde yüzde 30 artmış. O an sosyal medyanın nasıl etkili bir pazarlama aracı olduğu gerçeğini bizzat yaşadım. Neden Kardashian'lara on binlerce dolar verildiğini de anladım...
...
Düşünsenize, o kadar tweet yoğunluğu içinde her gün bir tane tanıtım. 'Şuranın kahvesi çok güzel' ya da 'Şu ürünü kullanın iyi gelecek' gibi. Okur buna tahammül edebilir mi?
Bir süre sonra 'inandırıcılık' sorunu çıkacağı kesin.
Doğrusu ben ürün tanıtmaktan, kullandığım ve beğendiğim bir şey hakkında yazmaktan çekinmiyorum.
Tanıttığım ürünlerden para aldığım ortaya çıkarsa aynı etkiyi gösterir mi? Hiç zannetmiyorum. 'Reklam yapıyor, ciddiye almaya değmez' derler.
Fakat diğer yandan böylesi bir 'reklam anlaşması' gazetecinin bağımsızlığına da katkı sağlamaz mı? Hele medyanın bu ortamında kendisine yer bulamayan, susturulmuş, medya düzeninin dışladığı ve kendisini sosyal medyadan ifade etmek isteyen bir gazetecinin önünü açmaz mı bu formül? Sesinin kısılmasına, teslim olmasına engel değil mi böylesi bir ekonomik güç?
...
Bu yeni düzen bizleri özgürleştirir mi?
Diyorum ama ben eski kafalıyım diye... O yüzden de üzerinde iki kere düşünmeden hemen reddettim böylesi bir teklifi. 'Ama'sı üzerinde durmaya değer ama."
Bence mükemmel bir tartışma konusu...
Hemen şahsi görüşümü arz edeyim. Oray tweet'inin bir yerinde, ya da ana sayfasında o ürün ya da kurum ile ilgili ticari anlaşmasından söz ederse, hiçbir etik sorun olmaz... Bunu Serdar Turgut tespit etmişti: "Danışmanlık hizmeti verdiğin şirketten söz ederken arandaki ticari ilişkiyi belirtirsen, dilediğini yazabilirsin. Okur bu dürüst yaklaşımı mutlaka görecektir. Sonra yazdığına bakacak. Kendi deneyimiyle karşılaştırıp seni içtenliğine öyle karar verecektir."
Liberal, serbest piyasa ekonomilerinde iş eninde sonunda "Ne aldın ne verdin" noktasına ve bu alış verişin toplumun genel geçerli ortak ruhi şekillenmesine uyup uymadığına bakar... Aksi takdirde bütün sponsorluk ve toplumsal sosyal sorumluluk sistemi çökerdi...
Bu nedenle Oray kardeşim, kurtul şu ‘hanut paranoyasından' ve eğer senin de arkasında duramayacağın berbat bulduğun bir şeyi ‘tavsiye etmek' durumunda kalmayacaksan, karşılığında bağımsızlığını artırabileceğini düşünüyor ve konuyu açıklık ve şeffaflık içinde yöneteceğine inanıyorsan, tweet anlaşmasını kabul et.
Yeter ki onursuz olmasın ‘aşk'...
Zaman tasarruf edilmez; çünkü uçar
Hem rahmetli babam Nihat Saydam'ın yakın arkadaşı hem de ülkemizin değerli fizikçilerinden rahmetli Prof. Salih Murat Uzdilek'i sık sık anarım. Bir dostumuzun sahaflardan bulup buluşturduğu Salih Murat Uzdilek imzalı "Değişen Dünyanın Sırları" adlı kitabı tavsiye etsem de meraklısının bulması zor. Öyleyse satırlarından aldığım hazzı sizlerle paylaşmak boynumun borcu. Neler öğrendim neler? Örneğin, Neandertal Adamı devrine 1.500, ondan önce "vahşet halinde şaşkın şaşkın dolaşan adamlar" devrine 30.000, taş devrine 500 ve -günümüze yaklaştıkça- örneğin baskı makinesinin icadı yıllarına 15 nesil tarafından tanık olunduğunu biliyor muydunuz?
Uzdilek, "Bunlardan haberimiz olsun veya olmasın, bunları beğenelim veya beğenmeyelim, insan bu dünyaya gökten zenbille inmiş gibi değil, belki elinden kurtulamayacağı iki şeyi tevarüs ederek gelmiştir" diyor. Birincisi malum; ebeveynlerimizden aldığımız vücut yapısı. (His, uzuvları, sinir sistemi, beyin ve genel yapı çerçevesiyle.) İkincisi, dünyaya gelişimizde kendimizi "huyları, örf ve adetleri, doğruluk veya eğrilik fikirleri"yle, diniyle bilgisiyle hazır bir sosyal muhit içinde buluyor olmamız.
"Kendimizi yeni kalıplara sessizce uydururuz" diyor, "Mektebe, mabede gideriz". Aynen dediği gibi, içine doğduğumuz "pek esaslı olan ve diğer sosyal müesseseler gibi bir tarih taşıyan dilimizi" de derhal kabul ederiz. Sonra... "Kütle gibi hareket ederiz, kütle gibi düşünürüz. İzahlarımız kütlenin izahları gibidir."
Ferdin gayesi kelimenin tam manası ile yaşamak ve cemiyetin gayesi de "insan zaferlerini sosyalize etmekten ibaret"miş.
İnsan zaferlerini sosyalize etmek. Bu fasılda "Biraz açar mısınız hocam?" desek, lafın devamı şöyle gelecek:
"Yüksek ruhlu şairlerin, insanlık için iyi düşünenlerin hülyalarını hakikate kalbetmek ve herkese eşit haklar vermekle temin edilebilir. İnsanın ana zaferleri, bilgiden bir takım şeyleri keşfetmek için kullandığı yollar ve bulduğu usullerdir. Bunlar da iyi bir pilav pişirmekten tutun, Süleymaniye Camii, Beethoven'ın beşinci senfonisi, Newton'un hareket kanunları ve bilmem kimin felsefesine kadar gider."
Ferdin gayesine gelince... Kelimenin tam manasıyla "yaşamak" her birimiz için gaye oluyorsa, bu bahsin açılımını da rahmetli şöyle anlamlandırıyor:
"Bunun için en iyi yol kainata ait hakikatleri toplamak, bunları mantıki bir tarzda tertip etmek ve kullanmak yolunu bulmaktır. Bir insanı kemale erdirebilecek biricik amil bilgidir."
Rahmetlinin "bilgiyi kullanmak" dediği "faydalı müddet", bir insanın en çok otuz-otuzbeş senesini alıp götürüyor. Hoca hesabını yapmış: "35 sene 12.783 gün eder. Bunun üçte ikisi yemek, içmek, uyumak, vücuda bakmak, gezmek, yürümekle geçer. Geriye iş için 4.261 gün kalıyor. Bu da tabiatın bize ne küçük bir sadakası değil mi?"
Salih Murat Hoca, işte tam da bu noktada "zaman" kavramını devreye sokuyor ve "Zaman tasarruf edilmez. Zaman uçar." diyor. Ah ne kadar da doğru: "Elektriğin akümülatöre doldurulması gibi zamanı tutup da bir yere dolduramayız. Bugün bir daha gelmez. Mekanda ne güneş ve ne de arz bugünkü mevkiini bir daha almaz; o uçup gitmiş demektir. Onu saklayıp sonra istediğimiz iyi ve fena şekilde kullanmak imkansızdır. Bu halde dar zaman çerçevesinde çok işe bakalım. Yani zamanı mekan yönünden inbisat (içte derinleşme) ettirelim veya konsantrasyonumuzu artıralım."
Rahmetli, dar zamanlarda çok iş yapma eğiliminde olanların büyük bir sırrın peşinde olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor: "Bu sır da şüphesiz son realitedir. Buna varılıp varılamayacağı ne kadar şüpheli olursa olsun insanı bu yoldan çevirmek imkansızdır."
Prof. Salih Murat Uzdilek'ten hayata ve hayatımıza dair notlara kaldığımız yerden zaman zaman devam etmek arzusundayım.