"Ahalinin fikrini becerme sanatı"...
“PR: Public Relations. / İngilizce deyim. / Halkla ilişkiler. Ahalinin fikrini becerme sanatı. / Yoldan çıkarma bilimi. / Abdestsiz namaz kılma hâlinin günlük hayata uyarlanması.” Aslında “PR, Public Relations, Halkla ilişkiler” laflarını kaldırın; onların yerine gazeteci, köşe yazarı ya da reklamcı yazın… Ne değişirdi?
13 Eylül günü Selahattin Duman kardeşimin yazısına düştüğü bir dipnot bana sorarsanız iletişimle ilgilenen her bir meslek sahibinin ciddiye alması gereken bir hususun altını çiziyor. Selahattin Duman’ın eşsiz bir mizah yeteneği vardır. Durum komedyasına dayalı bir yaklaşımı oya gibi işler. Özüyle her zaman yüzde 100 mutabık olduğumu iddia edemesem de, hem üslubunu severim hem de yazdıklarının içeriğindeki zekâ oyunlarını. Selahattin Usta’nın yazısının başlığı şöyleydi: “Demokrasinin plaket sorunu üzerine notlar...” Afyon Valisi’nin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’e verdiği armağanları tiye almış… Yazının içinde bir yerde bir de PR kavramı geçiyor. Duman oraya asterisk koymuş, inmiş yazının altına, dipnot düşmüş. Demiş ki: “PR: Public Relations. / İngilizce deyim. / Halkla ilişkiler. Ahalinin fikrini becerme sanatı. / Yoldan çıkarma bilimi. / Abdestsiz namaz kılma hâlinin günlük hayata uyarlanması..” Aslında “PR, Public Relations, Halkla ilişkiler” laflarını kaldırın; onların yerine gazeteci, köşe yazarı ya da reklamcı yazın… Ne değişirdi?.. Araştırmalar pek bir şey değişmeyeceğine işaret ediyor. Türk halkının en itibar ettiği meslek öğretmenlik; en az itibar ettiği meslek ise içki satanlar… Onun bir üstünde yani sondan bir alt sırada gazeteciler var; onlardan bir basamak yukarıda da iletişimciler, araştırmacılar, halkla ilişkilerciler, reklamcılar…
Yani, fikrimizi, “Bana öyle geliyor ki…”, “Bence…”, “Bana sorarsanız…” türünden subjektif “temenni ve/veya hüsnükuruntu” izleri taşıyan giriş cümleleriyle ifade ederek değil de, gerçeklerle yüzyüze gelmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyerek dile getirmek istiyorsak; açık yüreklilikle teslim etmeliyiz: “Tencere dibin kara seninki benden kara…” Peki bu algı nasıl düzelecek? Çünkü dünyanın gelişmiş ülkelerindedurum hiç de böyle değil. Biri magazin basınına söver, diğeri spor muhabirlerine, berikisi köşe yazarına, bir diğeri genel yayın yönetmenine; itibar noktasında en dibe vurmuş iki meslek grubundan biri de dönüp bir hayli savunmasız bir şekilde görev yapmaya çalışan halkla ilişkilercilere yüklenir durur…
“LCV yapıp zırt pırt bizi aramayın”, “Basın bültenlerinizi doğru dürüst yazın”, “Yurtiçi ve dışı basın gezisi davetlerinize icabet etmeme kararı aldık; hanut bunlar”, “Sadece bize para ödeyip abone olanların haberlerini yapacağız!”… Halkla ilişkilercilerin horlanmadığı durumlar pek azdır. Oysa aynı horlanma muhabirler için de geçerlidir. Büyük bürokratlar,siyasiler ve şirket yöneticileri; ünlü köşe yazarları, gazete yöneticileri ve de bazı sayfa editörleri dışındaki genç arkadaşlara röportaj bir yana, herhangi bir randevu dahi vermemektedirler. Bir kurum veya kişi medyaya yüklü reklam veriyorsa, haberlerinin medyada yer almasına ilişkin hiçbir sorun yaşamaz… Darda kalırlarsa, iletişim danışmanları şiddetle aksini tavsiye etseler de, meselesini doğrudan ilgili medyanın reklam departmanıyla çözmeyi tercih ederler. Kuvvetli reklamverenlerin basın toplantıları da reklam departmanları çalışanları tarafından takip edilir. Ve de o ilişkide şu klişe vaade sık sık rastlamak işten bile değildir: “Bizimle çalışırsanız, size güçlü haber desteği veririz”… Oysa medya ve PR şirketleri aynı geminin içinde bulunmaktadırlar. ABD’de medyada yer alan haberlerin yüzde 70’inin PR ajansları aracılığıyla gelmiş bilgi ve haber desteğine dayanarak yapıldığı bilinmektedir. Bizde de bu oranın altına düşüldüğünü sanmıyorum. Reklam departmanından (hatta doğrudan reklam ajanslarından) gelen haberi hiç sorgulamadan kullanan yazı işleri; iş savunmasız ve medyayı maddi açıdan desteklemesi olanaksız PR’a gelince inanılmaz bir reaktif tavır alabilmektedir. Oysa PR, medya mensuplarının en yakın sosyal paydaşı, haber, bilgi ve ilişki kanalıdır.
1950’li yıllarda ABD’de de ortaya çıkmış olan bu “garip” durum, zaman içinde yerini müthiş bir uyum ve saygın bir ilişki biçimine terk etmiştir. Peki bunu sağlayan nedir? Reklam, PR ve de medya çalışanlarının meslek örgütleri… Eğer bir kurum ya da kişinin üretiminin, savunduğu konularının, düzenlediği etkinliklerin “haber değeri” varsa, ona medyada yer açmak medyanın asli görevidir. İşin özü budur. Eğer ortada haber değeri yoksa, ortaya her türlü etik olmayan durumun çıkması kaçınılmazdır. Her üç meslek grubunun (tabii üyeleri üzerinde etkisi olanlarının) yapması gereken bu asgari müşterekte buluşup birlikte itibarlarını yukarıya doğru çekmek olmalıdır; birbirleriyle didişmek ya da, birbirlerine kul köle olmak değil…
13 Eylül günü Selahattin Duman kardeşimin yazısına düştüğü bir dipnot bana sorarsanız iletişimle ilgilenen her bir meslek sahibinin ciddiye alması gereken bir hususun altını çiziyor. Selahattin Duman’ın eşsiz bir mizah yeteneği vardır. Durum komedyasına dayalı bir yaklaşımı oya gibi işler. Özüyle her zaman yüzde 100 mutabık olduğumu iddia edemesem de, hem üslubunu severim hem de yazdıklarının içeriğindeki zekâ oyunlarını. Selahattin Usta’nın yazısının başlığı şöyleydi: “Demokrasinin plaket sorunu üzerine notlar...” Afyon Valisi’nin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’e verdiği armağanları tiye almış… Yazının içinde bir yerde bir de PR kavramı geçiyor. Duman oraya asterisk koymuş, inmiş yazının altına, dipnot düşmüş. Demiş ki: “PR: Public Relations. / İngilizce deyim. / Halkla ilişkiler. Ahalinin fikrini becerme sanatı. / Yoldan çıkarma bilimi. / Abdestsiz namaz kılma hâlinin günlük hayata uyarlanması..” Aslında “PR, Public Relations, Halkla ilişkiler” laflarını kaldırın; onların yerine gazeteci, köşe yazarı ya da reklamcı yazın… Ne değişirdi?.. Araştırmalar pek bir şey değişmeyeceğine işaret ediyor. Türk halkının en itibar ettiği meslek öğretmenlik; en az itibar ettiği meslek ise içki satanlar… Onun bir üstünde yani sondan bir alt sırada gazeteciler var; onlardan bir basamak yukarıda da iletişimciler, araştırmacılar, halkla ilişkilerciler, reklamcılar…
Yani, fikrimizi, “Bana öyle geliyor ki…”, “Bence…”, “Bana sorarsanız…” türünden subjektif “temenni ve/veya hüsnükuruntu” izleri taşıyan giriş cümleleriyle ifade ederek değil de, gerçeklerle yüzyüze gelmekten çekinmeyen bir yaklaşım sergileyerek dile getirmek istiyorsak; açık yüreklilikle teslim etmeliyiz: “Tencere dibin kara seninki benden kara…” Peki bu algı nasıl düzelecek? Çünkü dünyanın gelişmiş ülkelerindedurum hiç de böyle değil. Biri magazin basınına söver, diğeri spor muhabirlerine, berikisi köşe yazarına, bir diğeri genel yayın yönetmenine; itibar noktasında en dibe vurmuş iki meslek grubundan biri de dönüp bir hayli savunmasız bir şekilde görev yapmaya çalışan halkla ilişkilercilere yüklenir durur…
“LCV yapıp zırt pırt bizi aramayın”, “Basın bültenlerinizi doğru dürüst yazın”, “Yurtiçi ve dışı basın gezisi davetlerinize icabet etmeme kararı aldık; hanut bunlar”, “Sadece bize para ödeyip abone olanların haberlerini yapacağız!”… Halkla ilişkilercilerin horlanmadığı durumlar pek azdır. Oysa aynı horlanma muhabirler için de geçerlidir. Büyük bürokratlar,siyasiler ve şirket yöneticileri; ünlü köşe yazarları, gazete yöneticileri ve de bazı sayfa editörleri dışındaki genç arkadaşlara röportaj bir yana, herhangi bir randevu dahi vermemektedirler. Bir kurum veya kişi medyaya yüklü reklam veriyorsa, haberlerinin medyada yer almasına ilişkin hiçbir sorun yaşamaz… Darda kalırlarsa, iletişim danışmanları şiddetle aksini tavsiye etseler de, meselesini doğrudan ilgili medyanın reklam departmanıyla çözmeyi tercih ederler. Kuvvetli reklamverenlerin basın toplantıları da reklam departmanları çalışanları tarafından takip edilir. Ve de o ilişkide şu klişe vaade sık sık rastlamak işten bile değildir: “Bizimle çalışırsanız, size güçlü haber desteği veririz”… Oysa medya ve PR şirketleri aynı geminin içinde bulunmaktadırlar. ABD’de medyada yer alan haberlerin yüzde 70’inin PR ajansları aracılığıyla gelmiş bilgi ve haber desteğine dayanarak yapıldığı bilinmektedir. Bizde de bu oranın altına düşüldüğünü sanmıyorum. Reklam departmanından (hatta doğrudan reklam ajanslarından) gelen haberi hiç sorgulamadan kullanan yazı işleri; iş savunmasız ve medyayı maddi açıdan desteklemesi olanaksız PR’a gelince inanılmaz bir reaktif tavır alabilmektedir. Oysa PR, medya mensuplarının en yakın sosyal paydaşı, haber, bilgi ve ilişki kanalıdır.
1950’li yıllarda ABD’de de ortaya çıkmış olan bu “garip” durum, zaman içinde yerini müthiş bir uyum ve saygın bir ilişki biçimine terk etmiştir. Peki bunu sağlayan nedir? Reklam, PR ve de medya çalışanlarının meslek örgütleri… Eğer bir kurum ya da kişinin üretiminin, savunduğu konularının, düzenlediği etkinliklerin “haber değeri” varsa, ona medyada yer açmak medyanın asli görevidir. İşin özü budur. Eğer ortada haber değeri yoksa, ortaya her türlü etik olmayan durumun çıkması kaçınılmazdır. Her üç meslek grubunun (tabii üyeleri üzerinde etkisi olanlarının) yapması gereken bu asgari müşterekte buluşup birlikte itibarlarını yukarıya doğru çekmek olmalıdır; birbirleriyle didişmek ya da, birbirlerine kul köle olmak değil…