"Dijital medya" "Yazılı basın"a karşı...
TM Medya Takip Merkezi'nden Merve Seçkin "Sosyal Medya" üzerine yaptıkları bir araştırmayı göndermiş. Bu arada şu "Sosyal Medya" lafına biraz "takık" olduğumu da itiraf etmeden geçmeyeyim. Bana hemen onun dışındaki medyanın "Asosyal" olarak tanımlanması gerektiğini çağrıştırıyor. Doğrusu "Dijital Medya" ya da daha da Türkçesiyle "Sayısal Mecra"ya da daha da iyisi "Sayısal İletişim Kanalları" denmeliymiş. Ancak herhalde artık çok geç. "Galat-ı meşhur" (kelime veya deyimlerin yaygın olarak yanlış bir biçimde kullanılması sonucu, doğrusunun yerini alması hali) oluşmuş gibi. MTM Medya Takip Merkezi 9 Ocak ile 15 Ocak arasında sayısal kanallarda ve analog medyada yer alan ünlülerin "anılma" sıklığını araştırmış. Listeye bir bakalım:
Takip ajansı, verileri şöyle yorumlamış: "Araştırma, yazılı basında en çok habere konu edilen 50 ismin, sosyal medyadaki görünümleri ele alınarak gerçekleştirildi. Sosyal medyada spor, konvansiyonel basında ise siyaset hâkim. Şike soruşturması kapsamında tutuklu bulunan Aziz Yıldırım, sosyal medyanın favori ismi olurken, gazete ve dergilerde en çok yansıma sağlayan ilk 10 isim listesine ise giremedi. Listenin dikkat çeken bir diğer detayı da siyaset dünyasından geldi. Twitter ve YouTube'daki hesapları ile sosyal medyayı aktif şekilde kullanan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, sosyal medyanın en çok konuştuğu ilk 10 isim arasına giremedi. Sosyal medyada yürüttüğü seçim kampanyaları ile birçok Türk siyasetçi için de örnek teşkil eden ABD Başkanı Barack Obama, Twitter, Facebook, Friendfeed, Ekşi Sözlük ve İnci Sözlük gibi ağlarda, en çok bahsedilenler arasındaydı.Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, gazete ve dergilerde diğer isimlerin açık ara önünde yer alarak birinci olurken, sosyal medyada aynı ilgiyi görmedi. Erdoğan, sosyal platformlarda en çok konuşulan Aziz Yıldırım'ın yaklaşık üçte biri oranında ileti aldı."
Biz ise verilerin ancak "Dijital Medya" ve "Analog Medya"nın kullanıcılarının adam gibi hedef kitle tahlilleri yapıldıktan sonra doğru olarak değerlendirilebileceğine inanıyoruz. X ve Y-Kuşağını anlamadan her türlü akıl yürütmenin yanlış sonuçlara götürebiliceğine...
Günümüzde bilinen tek şey, Sosyal Medya ortamının olumlu mesajların yaygınlaştırılması adına bir iletişim aracı olarak konumlandırılmasından çok, krizlerin yaratıldığı, kısmen yalan yanlış bilgilerle adı sanı bilinmeyen anonim kullanıcılar tarafından sosyal medya "Pipeline"ına pompalandığı vahşi bir "pseudo" (sanal - ‘virtuel') özgürlük alanı olduğu şeklindedir. Manipülasyona açık ve bu yüzden de manipülatif savunmalar gereksinen bir yapı...
Dijital Medyayı gerçek anlamda sosyalleşme aracı olarak kullananlar yok mu? Tabii ki var. Hem de ezici çoğunluktalar. Ancak o öyle bir sosyalleşmedir ki, bunu ancak Y-Kuşağını tanıyanlar anlayabilir. O yüzden bu konuda yapılacak ilk şey fikir sahibi olabilmek için bilgi sahibi olmaktır.
Bir ölünün iletişimi
Roman ismi gibi bir başlık oldu. Romanı bilmem ama muhteşem bir araştırma konusu olduğu kesin. Vefat etmiş olmalarına rağmen iletişim süreçleri sona ermeyen bazı çok özel insanlar hakkında zaman zaman düşünmekte yarar vardır. Ünlülerden söz ediyorum tabii. Mehmet Akif'ten, Nazım Hikmet'e, Leyla Gencer'den Zeki Müren'e, Adnan Menderes'ten İsmet İnönü'ye... Adnan Saygun'dan Onno Tunç'a, Aliye Berger'den Semiha Berksoy'a... Ya da Marilyn Monroe'den, Einstein'a, oradan Beatles elemanlarına Elvis Presley'e, Steve Jobs'a, marka değerleri azalacağına artarak yükselen insanlardan. Uzar gider bu liste. Elitinden popülerine. Yazarından yönetmenine, artistinden şarkıcısına, siyasetçisinden akademisyenine.
Ünlü kişinin ait olduğu toplumla olan, eserleri ya da anıları aracılığıyla devam etmesi gereken iletişimine, hayatta ise ailesi, ya da eşi dostu nasıl katkıda bulunurlar veya tersi nasıl zarar verirler? Rahmetlinin çok sevdiği ya da değer verdiği birinden eğer ailesi hoşlanmıyorsa, hiç kuşkunuz olmasın o kişi "bitmiştir" artık. Yaşayanlardır merhumun "devamlılığını" sürdüren ve artık rahmetlinin neyi nasıl istediği falan da önemlidir elbette ama "istemediği" yapıldığında "çok önemli" değildir. Bayrağı aile teslim almıştır ve canının istediğince taşır emanetini. Kimse de dönüp, "Eşim, ya da babam hayatta olsaydı böyle konuşmamı ya da davranmamı ister miydi?" diye kendisine sormayı akıl etmez. Ya da akıl edip, çevresindeki birkaç kişiye danışır ve de vicdanından beraat kararı alarak, örneğin, "rahmetli, demokrat biri olarak benim özgürce açıklamalarımı anlayışla karşılardı" deyip çıkar işin içinden. Hatta şu türden savunmalara bizzat rastlamışlığım vardır: "Ne var canım? Sağken kendisine de söylerdim".
Peki, ünlülerin özel hayatları gizli mi kalmalı? Ya da ünlülerin özel hayatları idealize edilerek mi anlatılmalı? İki sorunun da yanıtı elbette "hayır"dır. Anahtar kelimemiz şu: "Nezaket" Dört yüz küsur yıl önce Bacon'ın nezaketi nasıl tanımladığını merak eder misiniz? Şöyle diyor:"Nezaket manevi kılığımızdır; rahat özentisiz günlük giysiler nasıl vücudun kusurlarını örter, insanı davranışlarında serbest bırakırsa, o da zihnin serbestçe hareketine engel olmamalıdır." Bu alıntı Remzi Kitabevi'nin 1967 yılında yayımladığı Gisela d'Assailly'nin "Günlük Yaşantınızda Saygı Kuralları" isimli kitabından. Bacon'ın cümlelerinin ardından yazar şöyle diyor:"Karşılıklı hak ve ödevler, köklerini kişi vicdanından alırlar. Yüreğiniz ve kafanızla nazik olduğunuz zaman gerçekten nazik sayılırsınız." İletişim süreçlerinin tümünde "içinden geldiği" gibi değil, "seçilmiş davranış biçimi" sergilenmesi gerektiğini söylerken muradımız tam da budur. Hele hele, sizin eşiniz, anneniz ya da babanız, kardeşiniz, dostunuz olmaktan çok çok ötede bu dünyadan göçüp gitmeden önce hedef kitleleriyle kucaklaşmış, onlarla iletişimini kurup da mazhariyetine erişmiş bir ‘özel kişi'nin tam anlamıyla ‘ikinci hayatı' sayılabilecek olan yeni yaşamında nasıl olur da "içinizden geldiği" gibi açıklamalarda bulunursunuz?
Bu yazıyı, rahmetli Yılmaz Güney'in kızı Elif Güney Pütün Hanımın kısa bir süre önce Ayşe Arman'a verdiği röportaj nedeniyle değil, belki çok daha fazla bu röportajı vesile bilerek kaleme aldığımızı da belirtmeliyim.
İlişkide köle efendi oyunu.
Hem kitaplarımızda hem de yazılarımızda sıkça kullandığımız iki söz vardır. Birincisi şöyle: "Her söylediğin doğru olsun her doğruyu söyleme!" İkincisi ise Platon'a gönderme yaparak kullandığımız bir aforizma: "Korkanlar köle olur, korkmayanlar efendi!" Bu iki sözle ilgili arkadaşlarımız katma değer getirme konusunda müthiş bir titizlik göstermişler. Ülkü Karaosmanoğlu Hanım küçük bir araştırma yapmış, diyor ki: "Immanuel Kant'ın bir ‘çelişkili durumla ilgili olarak' kurduğu şu cümlesini, 1925 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan bir Kant tercümesinden aldık: "Bu tehdit üzerine fikrimi geri almak bir adiliktir. Fakat böyle bir vaziyet karşısında tebanın sükûtu ihtiyar eylemesi vazifesidir. İnsanın her söylediği hakikat olmalıdır. Fakat her hakikatin umuma karşı söylenmesi mecburi değildir." Bu sözün benim tarafımdan icat edilmemiş olduğunu bir kez de benim ağzımdan iletmek istedim.
İkinci cümle ile ilgili sevgili ve kadim dostumuz Prof. Gülper Refiğ Hanım bizi uyarmış benzer bir tespitin Hegel'de olabileceğini söylemişti. Arkadaşlarımız Hegel'de "Efendi-Köle Diyalektiği" adlı "bahis"e dikkat çektiler. Yalnız orada Hegel "Herrschaft und Knechtschaft" kavramlarını kullanmıştı. Oysa Knecht köle değil "uşak" demekti...
Araştırmayı yapan arkadaşlarımız, Almanya Essen Üniversitesi kaynaklı "Die Gaste" adı verilmiş bir internet gazetesinden ilginç bir alıntı yollamışlar. Koral Okan imzalı bir kurgu söyleşide (www.diegaste.de/gaste/diegaste-sayi1412.html), Okan, Platon'un "köle" ruhuna biçtiği değeri gösteren çok iyi bir özet yapmış. En esenlikli kadın erkek ilişkisinin "köle" ve "efendi" rollerinin sürekli değiştiği birlikteliktelerde yaşanabildiği iddiası acaba ne kadar doğru. Biraz uzun bir özet ama meraklısı için son derece ilginç:
"Platon'un ideal devlet tasarımında kişilerin toplumsal hiyerarşideki konumları devleti ve/veya kendilerini yönetme, doğuştan kapasiteleri ile belirlenir. Koruyucular sınıfını oluşturan iki kesimden yöneticiler sadece kendilerini değil, devleti yönetmesini de bilirler. Askerler ise en azından kendilerini yönetme kapasitesine sahiptirler. Çalışanlar sınıfı (çiftçiler, zanaatkârlar, işçiler) davranışlarında ruhlarındaki hayvan tabiatına yenik düşerler, kendilerini dahi yönetemezler. Platon'da yönetme kapasitesi zihinsel etkinliğin düzeyine ve niteliğine bağlıdır. Bütün insanların karar vermede payları vardır, ama "kanaat getirme" anlamına gelen "karar verme" kavramı, tanrılar ve pek az kişiye nasip olur.
Devleti yönetmeye sadece rasyonel açıklama gücüne (logos) sahip olanlar uygundur, logos sahibi olmayan çokluğun bir kısmı (askerler) yönetime yardımcı olurlar ve geri kalanlar (çalışanlar) yönetilirler. Devlet sanatını bilen logos sahipleri (filozoflar ve tamamen aydınlanmış aristokratlar) tüm nüfus içinde çok küçük bir azınlık oluştururlar. Platon köleliği bir muhakeme yetersizliği durumu olarak düşünür. Farkında olup da akıl yürüterek kanıtlayamamak hali köleye yakışacak bir durumdur. Dolayısıyla Platon için, köle hakikate sahip olamayacağı için yönlendirilmeye açık biri olarak belirir. Fakat logos yoksunluğu ve daha özel olarak da kendini yönetme kapasitesi yetersizliği özgür yurttaşların çokluğu (çalışanlar sınıfı) için de geçerlidir.
Öteki: Burada, Platon'un özgün terminolojisinde bir farksızlık görüyorum.
Biri: Evet, sonuç olarak, Platon insanlar arasında "doğal" ayrımlar yapsa da, köleliği "doğal" temelde tanımlasa da, gerçek köleleri çalışan özgür yurttaşlardan ayıracak doğal bir fark söylememiş olur. Dolayısıyla köleliği doğal temelde meşrulaştıracak yeterli bir teori kurmaz. Anlamlı bir ayrım bulamaz ve/veya buna ihtiyaç duymaz. Önerdiği yasalarda ve öğütlerinde gözlenebileceği gibi, Platon efendi ile köle arasındaki ayrımı çok daha geniş bir çerçevede korumak ve hatta Atina'da geçerli olan ayrımı daha da genişletmek kaygısı güder.
Örneğin özgür-köle ayrımının hane içinde soy düzeyinde bozulmamasını ister. Bunun için, özgür bir yurttaşın kölesinin başka özgür yurttaşlarla ilişkisinden doğacak çocuğun efendiye ait olmasını, erkek veya kadın özgür yurttaş ile kölesi arasındaki ilişkiden doğan çocuğun köle anne veya köle babası ile ülkeden çıkarılmasını önerir. Yani öncelikle mülkiyet hakkını korumak ister, ikinci olarak kişinin kendi kölesinden çocuk sahibi olmasını istemez, nihayet doğacak çocuğun biri özgür biri köle bir anne-baba tarafından aynı evde (veya ülkede) büyütülmesini engellemek ister."
İlişkide köle efendi oyunu.
Hem kitaplarımızda hem de yazılarımızda sıkça kullandığımız iki söz vardır. Birincisi şöyle: "Her söylediğin doğru olsun her doğruyu söyleme! İkincisi ise Platon'a gönderme yaparak kullandığımız bir aforizma: "Korkanlar köle olur, korkmayanlar efendi!" Bu iki sözle ilgili arkadaşlarımız katma değer getirme konusunda müthiş bir titizlik göstermişler. Ülkü Karaosmanoğlu Hanım küçük bir araştırma yapmış, Diyor ki: "Immanuel Kant'ın bir ‘çelişkili durumla ilgili olarak' kurduğu şu cümlesini, 1925 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan bir Kant tercümesinden aldık: "Bu tehdit üzerine fikrimi geri almak bir adiliktir. Fakat böyle bir vaziyet karşısında tebanın sükûtu ihtiyar eylemesi vazifesidir. İnsanın her söylediği hakikat olmalıdır. Fakat her hakikatin umuma karşı söylenmesi mecburi değildir." Bu sözün benim tarafımdan icat edilmemiş olduğunu bir kez de benim ağzımdan iletmek istedim.
İkinci cümle ile ilgili sevgili ve kadim dostumuz Prof. Gülper Refiğ Hanım bizi uyarmış benzer bir tespitin Hegel'de olabileceğini söylemişti. Arkadaşlarımız Hegel'de "Efendi-Köle Diyalektiği" adlı "bahis"e dikkat çektiler. Yalnız orada Hegel "Herrschaft und Knechtschaft" kavramlarını kullanmıştı. Oysa Knecht köle değil "uşak" demekti. Araştırmayı yapan arkadaşlarımız, Almanya Essen Üniversitesi kaynaklı "Die Gaste" adı verilmiş bir internet gazetesinden ilginç bir alıntı yollamışlar. Koral Okan imzalı bir kurgu söyleşide (www.diegaste.de/gaste/diegaste-sayi1412.html), Okan, Platon'un "köle" ruhuna biçtiği değeri gösteren çok iyi bir özet yapmış. Meraklısı için ilginç olabilir: "Platon'da yönetme kapasitesi zihinsel etkinliğin düzeyine ve niteliğine bağlıdır. Bütün insanların karar vermede payları vardır, ama ‘kanaat getirme' anlamına gelen ‘karar verme' kavramı, tanrılar ve pek az kişiye nasip olur. Devleti yönetmeye sadece rasyonel açıklama gücüne (logos) sahip olanlar uygundur,logos sahibi olmayan çokluğun bir kısmı (askerler) yönetime yardımcı olurlar ve geri kalanlar (çalışanlar) yönetilirler. Devlet sanatını bilen logos sahipleri (filozoflar ve tamamen aydınlanmış aristokratlar) tüm nüfus içinde çok küçük bir azınlık oluştururlar. Platon köleliği bir muhakeme yetersizliği durumu olarak düşünür. Farkında olup da akıl yürüterek kanıtlayamamak hali köleye yakışacak bir durumdur. Dolayısıyla Platon için, köle hakikate sahip olamayacağı için yönlendirilmeye açık biri olarak belirir. Fakat logos yoksunluğu ve daha özel olarak da kendini yönetme kapasitesi yetersizliği özgür yurttaşların çokluğu (çalışanlar sınıfı) için de geçerlidir.
Öteki: Burada, Platon'un özgün terminolojisinde bir farksızlık görüyorum.
Biri: Evet, sonuç olarak, Platon insanlar arasında ‘doğal' ayrımlar yapsa da, köleliği "doğal" temelde tanımlasa da, gerçek köleleri çalışan özgür yurttaşlardan ayıracak doğal bir fark söylememiş olur. Dolayısıyla köleliği doğal temelde meşrulaştıracak yeterli bir teori kurmaz. Anlamlı bir ayrım bulamaz ve/veya buna ihtiyaç duymaz. Önerdiği yasalarda ve öğütlerinde gözlenebileceği gibi, Platon efendi ile köle arasındaki ayrımı çok daha geniş bir çerçevede korumak ve hatta Atina'da geçerli olan ayrımı daha da genişletmek kaygısı güder.
Örneğin özgür-köle ayrımının hane içinde soy düzeyinde bozulmamasını ister. Bunun için, özgür bir yurttaşın kölesinin başka özgür yurttaşlarla ilişkisinden doğacak çocuğun efendiye ait olmasını, erkek veya kadın özgür yurttaş ile kölesi arasındaki ilişkiden doğan çocuğun köle anne veya köle babası ile ülkeden çıkarılmasını önerir. Yani öncelikle mülkiyet hakkını korumak ister, ikinci olarak kişinin kendi kölesinden çocuk sahibi olmasını istemez, nihayet doğacak çocuğun biri özgür biri köle bir anne-baba tarafından aynı evde (veya ülkede) büyütülmesini engellemek ister."
Biz ise verilerin ancak "Dijital Medya" ve "Analog Medya"nın kullanıcılarının adam gibi hedef kitle tahlilleri yapıldıktan sonra doğru olarak değerlendirilebileceğine inanıyoruz. X ve Y-Kuşağını anlamadan her türlü akıl yürütmenin yanlış sonuçlara götürebiliceğine...
Günümüzde bilinen tek şey, Sosyal Medya ortamının olumlu mesajların yaygınlaştırılması adına bir iletişim aracı olarak konumlandırılmasından çok, krizlerin yaratıldığı, kısmen yalan yanlış bilgilerle adı sanı bilinmeyen anonim kullanıcılar tarafından sosyal medya "Pipeline"ına pompalandığı vahşi bir "pseudo" (sanal - ‘virtuel') özgürlük alanı olduğu şeklindedir. Manipülasyona açık ve bu yüzden de manipülatif savunmalar gereksinen bir yapı...
Dijital Medyayı gerçek anlamda sosyalleşme aracı olarak kullananlar yok mu? Tabii ki var. Hem de ezici çoğunluktalar. Ancak o öyle bir sosyalleşmedir ki, bunu ancak Y-Kuşağını tanıyanlar anlayabilir. O yüzden bu konuda yapılacak ilk şey fikir sahibi olabilmek için bilgi sahibi olmaktır.
Bir ölünün iletişimi
Roman ismi gibi bir başlık oldu. Romanı bilmem ama muhteşem bir araştırma konusu olduğu kesin. Vefat etmiş olmalarına rağmen iletişim süreçleri sona ermeyen bazı çok özel insanlar hakkında zaman zaman düşünmekte yarar vardır. Ünlülerden söz ediyorum tabii. Mehmet Akif'ten, Nazım Hikmet'e, Leyla Gencer'den Zeki Müren'e, Adnan Menderes'ten İsmet İnönü'ye... Adnan Saygun'dan Onno Tunç'a, Aliye Berger'den Semiha Berksoy'a... Ya da Marilyn Monroe'den, Einstein'a, oradan Beatles elemanlarına Elvis Presley'e, Steve Jobs'a, marka değerleri azalacağına artarak yükselen insanlardan. Uzar gider bu liste. Elitinden popülerine. Yazarından yönetmenine, artistinden şarkıcısına, siyasetçisinden akademisyenine.
Ünlü kişinin ait olduğu toplumla olan, eserleri ya da anıları aracılığıyla devam etmesi gereken iletişimine, hayatta ise ailesi, ya da eşi dostu nasıl katkıda bulunurlar veya tersi nasıl zarar verirler? Rahmetlinin çok sevdiği ya da değer verdiği birinden eğer ailesi hoşlanmıyorsa, hiç kuşkunuz olmasın o kişi "bitmiştir" artık. Yaşayanlardır merhumun "devamlılığını" sürdüren ve artık rahmetlinin neyi nasıl istediği falan da önemlidir elbette ama "istemediği" yapıldığında "çok önemli" değildir. Bayrağı aile teslim almıştır ve canının istediğince taşır emanetini. Kimse de dönüp, "Eşim, ya da babam hayatta olsaydı böyle konuşmamı ya da davranmamı ister miydi?" diye kendisine sormayı akıl etmez. Ya da akıl edip, çevresindeki birkaç kişiye danışır ve de vicdanından beraat kararı alarak, örneğin, "rahmetli, demokrat biri olarak benim özgürce açıklamalarımı anlayışla karşılardı" deyip çıkar işin içinden. Hatta şu türden savunmalara bizzat rastlamışlığım vardır: "Ne var canım? Sağken kendisine de söylerdim".
Peki, ünlülerin özel hayatları gizli mi kalmalı? Ya da ünlülerin özel hayatları idealize edilerek mi anlatılmalı? İki sorunun da yanıtı elbette "hayır"dır. Anahtar kelimemiz şu: "Nezaket" Dört yüz küsur yıl önce Bacon'ın nezaketi nasıl tanımladığını merak eder misiniz? Şöyle diyor:"Nezaket manevi kılığımızdır; rahat özentisiz günlük giysiler nasıl vücudun kusurlarını örter, insanı davranışlarında serbest bırakırsa, o da zihnin serbestçe hareketine engel olmamalıdır." Bu alıntı Remzi Kitabevi'nin 1967 yılında yayımladığı Gisela d'Assailly'nin "Günlük Yaşantınızda Saygı Kuralları" isimli kitabından. Bacon'ın cümlelerinin ardından yazar şöyle diyor:"Karşılıklı hak ve ödevler, köklerini kişi vicdanından alırlar. Yüreğiniz ve kafanızla nazik olduğunuz zaman gerçekten nazik sayılırsınız." İletişim süreçlerinin tümünde "içinden geldiği" gibi değil, "seçilmiş davranış biçimi" sergilenmesi gerektiğini söylerken muradımız tam da budur. Hele hele, sizin eşiniz, anneniz ya da babanız, kardeşiniz, dostunuz olmaktan çok çok ötede bu dünyadan göçüp gitmeden önce hedef kitleleriyle kucaklaşmış, onlarla iletişimini kurup da mazhariyetine erişmiş bir ‘özel kişi'nin tam anlamıyla ‘ikinci hayatı' sayılabilecek olan yeni yaşamında nasıl olur da "içinizden geldiği" gibi açıklamalarda bulunursunuz?
Bu yazıyı, rahmetli Yılmaz Güney'in kızı Elif Güney Pütün Hanımın kısa bir süre önce Ayşe Arman'a verdiği röportaj nedeniyle değil, belki çok daha fazla bu röportajı vesile bilerek kaleme aldığımızı da belirtmeliyim.
İlişkide köle efendi oyunu.
Hem kitaplarımızda hem de yazılarımızda sıkça kullandığımız iki söz vardır. Birincisi şöyle: "Her söylediğin doğru olsun her doğruyu söyleme!" İkincisi ise Platon'a gönderme yaparak kullandığımız bir aforizma: "Korkanlar köle olur, korkmayanlar efendi!" Bu iki sözle ilgili arkadaşlarımız katma değer getirme konusunda müthiş bir titizlik göstermişler. Ülkü Karaosmanoğlu Hanım küçük bir araştırma yapmış, diyor ki: "Immanuel Kant'ın bir ‘çelişkili durumla ilgili olarak' kurduğu şu cümlesini, 1925 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan bir Kant tercümesinden aldık: "Bu tehdit üzerine fikrimi geri almak bir adiliktir. Fakat böyle bir vaziyet karşısında tebanın sükûtu ihtiyar eylemesi vazifesidir. İnsanın her söylediği hakikat olmalıdır. Fakat her hakikatin umuma karşı söylenmesi mecburi değildir." Bu sözün benim tarafımdan icat edilmemiş olduğunu bir kez de benim ağzımdan iletmek istedim.
İkinci cümle ile ilgili sevgili ve kadim dostumuz Prof. Gülper Refiğ Hanım bizi uyarmış benzer bir tespitin Hegel'de olabileceğini söylemişti. Arkadaşlarımız Hegel'de "Efendi-Köle Diyalektiği" adlı "bahis"e dikkat çektiler. Yalnız orada Hegel "Herrschaft und Knechtschaft" kavramlarını kullanmıştı. Oysa Knecht köle değil "uşak" demekti...
Araştırmayı yapan arkadaşlarımız, Almanya Essen Üniversitesi kaynaklı "Die Gaste" adı verilmiş bir internet gazetesinden ilginç bir alıntı yollamışlar. Koral Okan imzalı bir kurgu söyleşide (www.diegaste.de/gaste/diegaste-sayi1412.html), Okan, Platon'un "köle" ruhuna biçtiği değeri gösteren çok iyi bir özet yapmış. En esenlikli kadın erkek ilişkisinin "köle" ve "efendi" rollerinin sürekli değiştiği birlikteliktelerde yaşanabildiği iddiası acaba ne kadar doğru. Biraz uzun bir özet ama meraklısı için son derece ilginç:
"Platon'un ideal devlet tasarımında kişilerin toplumsal hiyerarşideki konumları devleti ve/veya kendilerini yönetme, doğuştan kapasiteleri ile belirlenir. Koruyucular sınıfını oluşturan iki kesimden yöneticiler sadece kendilerini değil, devleti yönetmesini de bilirler. Askerler ise en azından kendilerini yönetme kapasitesine sahiptirler. Çalışanlar sınıfı (çiftçiler, zanaatkârlar, işçiler) davranışlarında ruhlarındaki hayvan tabiatına yenik düşerler, kendilerini dahi yönetemezler. Platon'da yönetme kapasitesi zihinsel etkinliğin düzeyine ve niteliğine bağlıdır. Bütün insanların karar vermede payları vardır, ama "kanaat getirme" anlamına gelen "karar verme" kavramı, tanrılar ve pek az kişiye nasip olur.
Devleti yönetmeye sadece rasyonel açıklama gücüne (logos) sahip olanlar uygundur, logos sahibi olmayan çokluğun bir kısmı (askerler) yönetime yardımcı olurlar ve geri kalanlar (çalışanlar) yönetilirler. Devlet sanatını bilen logos sahipleri (filozoflar ve tamamen aydınlanmış aristokratlar) tüm nüfus içinde çok küçük bir azınlık oluştururlar. Platon köleliği bir muhakeme yetersizliği durumu olarak düşünür. Farkında olup da akıl yürüterek kanıtlayamamak hali köleye yakışacak bir durumdur. Dolayısıyla Platon için, köle hakikate sahip olamayacağı için yönlendirilmeye açık biri olarak belirir. Fakat logos yoksunluğu ve daha özel olarak da kendini yönetme kapasitesi yetersizliği özgür yurttaşların çokluğu (çalışanlar sınıfı) için de geçerlidir.
Öteki: Burada, Platon'un özgün terminolojisinde bir farksızlık görüyorum.
Biri: Evet, sonuç olarak, Platon insanlar arasında "doğal" ayrımlar yapsa da, köleliği "doğal" temelde tanımlasa da, gerçek köleleri çalışan özgür yurttaşlardan ayıracak doğal bir fark söylememiş olur. Dolayısıyla köleliği doğal temelde meşrulaştıracak yeterli bir teori kurmaz. Anlamlı bir ayrım bulamaz ve/veya buna ihtiyaç duymaz. Önerdiği yasalarda ve öğütlerinde gözlenebileceği gibi, Platon efendi ile köle arasındaki ayrımı çok daha geniş bir çerçevede korumak ve hatta Atina'da geçerli olan ayrımı daha da genişletmek kaygısı güder.
Örneğin özgür-köle ayrımının hane içinde soy düzeyinde bozulmamasını ister. Bunun için, özgür bir yurttaşın kölesinin başka özgür yurttaşlarla ilişkisinden doğacak çocuğun efendiye ait olmasını, erkek veya kadın özgür yurttaş ile kölesi arasındaki ilişkiden doğan çocuğun köle anne veya köle babası ile ülkeden çıkarılmasını önerir. Yani öncelikle mülkiyet hakkını korumak ister, ikinci olarak kişinin kendi kölesinden çocuk sahibi olmasını istemez, nihayet doğacak çocuğun biri özgür biri köle bir anne-baba tarafından aynı evde (veya ülkede) büyütülmesini engellemek ister."
İlişkide köle efendi oyunu.
Hem kitaplarımızda hem de yazılarımızda sıkça kullandığımız iki söz vardır. Birincisi şöyle: "Her söylediğin doğru olsun her doğruyu söyleme! İkincisi ise Platon'a gönderme yaparak kullandığımız bir aforizma: "Korkanlar köle olur, korkmayanlar efendi!" Bu iki sözle ilgili arkadaşlarımız katma değer getirme konusunda müthiş bir titizlik göstermişler. Ülkü Karaosmanoğlu Hanım küçük bir araştırma yapmış, Diyor ki: "Immanuel Kant'ın bir ‘çelişkili durumla ilgili olarak' kurduğu şu cümlesini, 1925 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'nca yayınlanan bir Kant tercümesinden aldık: "Bu tehdit üzerine fikrimi geri almak bir adiliktir. Fakat böyle bir vaziyet karşısında tebanın sükûtu ihtiyar eylemesi vazifesidir. İnsanın her söylediği hakikat olmalıdır. Fakat her hakikatin umuma karşı söylenmesi mecburi değildir." Bu sözün benim tarafımdan icat edilmemiş olduğunu bir kez de benim ağzımdan iletmek istedim.
İkinci cümle ile ilgili sevgili ve kadim dostumuz Prof. Gülper Refiğ Hanım bizi uyarmış benzer bir tespitin Hegel'de olabileceğini söylemişti. Arkadaşlarımız Hegel'de "Efendi-Köle Diyalektiği" adlı "bahis"e dikkat çektiler. Yalnız orada Hegel "Herrschaft und Knechtschaft" kavramlarını kullanmıştı. Oysa Knecht köle değil "uşak" demekti. Araştırmayı yapan arkadaşlarımız, Almanya Essen Üniversitesi kaynaklı "Die Gaste" adı verilmiş bir internet gazetesinden ilginç bir alıntı yollamışlar. Koral Okan imzalı bir kurgu söyleşide (www.diegaste.de/gaste/diegaste-sayi1412.html), Okan, Platon'un "köle" ruhuna biçtiği değeri gösteren çok iyi bir özet yapmış. Meraklısı için ilginç olabilir: "Platon'da yönetme kapasitesi zihinsel etkinliğin düzeyine ve niteliğine bağlıdır. Bütün insanların karar vermede payları vardır, ama ‘kanaat getirme' anlamına gelen ‘karar verme' kavramı, tanrılar ve pek az kişiye nasip olur. Devleti yönetmeye sadece rasyonel açıklama gücüne (logos) sahip olanlar uygundur,logos sahibi olmayan çokluğun bir kısmı (askerler) yönetime yardımcı olurlar ve geri kalanlar (çalışanlar) yönetilirler. Devlet sanatını bilen logos sahipleri (filozoflar ve tamamen aydınlanmış aristokratlar) tüm nüfus içinde çok küçük bir azınlık oluştururlar. Platon köleliği bir muhakeme yetersizliği durumu olarak düşünür. Farkında olup da akıl yürüterek kanıtlayamamak hali köleye yakışacak bir durumdur. Dolayısıyla Platon için, köle hakikate sahip olamayacağı için yönlendirilmeye açık biri olarak belirir. Fakat logos yoksunluğu ve daha özel olarak da kendini yönetme kapasitesi yetersizliği özgür yurttaşların çokluğu (çalışanlar sınıfı) için de geçerlidir.
Öteki: Burada, Platon'un özgün terminolojisinde bir farksızlık görüyorum.
Biri: Evet, sonuç olarak, Platon insanlar arasında ‘doğal' ayrımlar yapsa da, köleliği "doğal" temelde tanımlasa da, gerçek köleleri çalışan özgür yurttaşlardan ayıracak doğal bir fark söylememiş olur. Dolayısıyla köleliği doğal temelde meşrulaştıracak yeterli bir teori kurmaz. Anlamlı bir ayrım bulamaz ve/veya buna ihtiyaç duymaz. Önerdiği yasalarda ve öğütlerinde gözlenebileceği gibi, Platon efendi ile köle arasındaki ayrımı çok daha geniş bir çerçevede korumak ve hatta Atina'da geçerli olan ayrımı daha da genişletmek kaygısı güder.
Örneğin özgür-köle ayrımının hane içinde soy düzeyinde bozulmamasını ister. Bunun için, özgür bir yurttaşın kölesinin başka özgür yurttaşlarla ilişkisinden doğacak çocuğun efendiye ait olmasını, erkek veya kadın özgür yurttaş ile kölesi arasındaki ilişkiden doğan çocuğun köle anne veya köle babası ile ülkeden çıkarılmasını önerir. Yani öncelikle mülkiyet hakkını korumak ister, ikinci olarak kişinin kendi kölesinden çocuk sahibi olmasını istemez, nihayet doğacak çocuğun biri özgür biri köle bir anne-baba tarafından aynı evde (veya ülkede) büyütülmesini engellemek ister."