"Nasıl bir PR iş kültürü oluştu?"
Bu başlık bana ait değil. “2012 Yılında PR sektörüne ilişkin bir değerlendirme” şeklindeki alt başlığı da… İletişim Danışmanlığı Şirketi Tribeca’nın Başkanı Cem İlhan’a ait. Mutlaka okunması gerektiğinin altını çizmek için buraya aldım. Bloglarında yayınlamış. İnternette bulabilirsiniz: www.tribeca.com.tr/default.asp?pId=18&lang=0&blgId=1&blgItmId=201
Cem bu sayfalarda sürekli değindiğimiz hususları mükemmel özetlemiş.
Belki bir de şu sıra sektörün doğrudan kritik başarı faktörü haline gelmiş olan medya ile ilgili durumuna değinebilirmiş.
Hani, karşılarında ne zaman bir halkla ilişkilerci topluluğu otursa ve kendilerine söz verilse hemen şikâyete başlayan gazeteci arkadaşlarımızdan da söz etmeliyiz. “LCV yaparken rahatsız ediyorsunuz, davet ederken rahatsız ediyorsunuz, yazdığınız bültenler vasıfsız, yeniden yazarken zorlanıyoruz, bizi aşıp reklam servisini arıyorsunuz, o baskı karşısında haberinizi kullanıyoruz ama size de bileniyoruz hani, bizim yaptığımız haber üzerinden prim yapıp para kazanıyorsunuz sonra da yayınlanan haberin sütun santim üzerinden reklam eş değerini hesaplayıp müşterinize ‘Bak senin için bu kadar iletişim değeri yarattık’ diye rapor veriyorsunuz…”
Şikâyetler bu minval üzere sürer gider. Hepsi de yerindedir aslında. Halkla İlişkiler sektörü de, teslim olmuş, öyle ezik ezik dinler zaten. Bir itirazı olmaz… Tersine, gelip kendilerini fırçalasın diye zaman zaman gazeteci arkadaşları davet ederler…
Oysa PR ajansları ve medya mensupları birbirlerini tamamlayan ve birbirleriyle organik bir dengede durması gereken iki sosyal paydaştır.
ABD’de araştırmışlar, mutlaka bizde de bizim meslek örgütlerinden biri ya da akademisyenler araştıracaklardır. ABD’deki medyada yayınlanan haberlerin yüzde 70’den fazlası PR ajansları aracılığıyla elde edilen enformasyon girdilerine dayanıyormuş.
Bizde de bu rakamın altına düşüleceğini sanmıyorum. Dünyanın her yerinde olduğu gibi büyük reklam bütçeli kuruluşların haberleri hem daha sık girer medyaya hem de daha büyük. Haberin PR şirketinden gitmesine gerek yoktur, yazı işleri ile aralarında Çin Seddi olması gerektiği iddia edilen Reklam departmanı her an yazı işlerinden ricacı olur ve haber girer.
Reklam pazarlaması çalışmaları sırasında bazı kurumsallaşmamış medya kuruluşlarının satış elemanlarının “Bize reklam verirseniz, size haber desteği de veririz” dediklerine de tanık olmuşuzdur.
Aslında sektörel itibar noktasında bu iki sosyal paydaşın birbirlerine bir üstünlükleri yoktur. Bakın Era Research & Consultancy’nin sektörlerin itibarı konusunda son günlerde yaptığı araştırmaya göre sektörlerin beğeni düzeyi nasıl sıralanıyor?
Bilgi Teknolojileri/ IT %71
Sağlık %70
Turizm %69
Konfeksiyon Tekstil %65
Otomotiv %65
Eğitim %63
İlaç %63
Gıda %61
GSM Operatörleri %60
Konut İnşaat %59
Sigorta %57
Reklamcılık %56
Bankacılık Finans %53
Halkla İlişkiler %48
Pazar Araştırma %45
Medya %38
Alkollü İçecek %19
Hal böyleyken neden PR ajansları medya mensupları tarafından bu kadar hor görülebilmekte, aynı kaderi paylaşan bu iki sektör elele verip itibarlarını yukarıya doğru taşıyamamaktadırlar…
Tek bir yanıtı vardır bu sorunun: İlhan’ın da kısmen değindiği gibi bazı alanlara yatırım yapmamaları: İnsan sermayesine, ARGE’ye ve entelektüel varlıklara, pazarlama iletişimine ve yapısal sermayeye…
Nereden başlamalı? Tabii ki insandan…
Ben PR sektörünün, ülkede liberalizmin ve demokrasinin, serbest piyasa ekonomisinin gelişmesi oranında hak ettiği itibara kavuşacağına hâlâ inanıyorum.
Esnek çalışma mekânı
Dünya ilaç devi Novartis çalışanlarının motivasyonunu artırmak, onların iş-özel hayat dengelerini sağlamak için haftanın bir günü “esnek çalışma mekânı” uygulamasına geçmiş. Buna göre çalışanlar her çarşamba çalışmak istedikleri mekanı kendileri seçecekmiş. İsteyen Boğaz'a nazır bir kafede çayını yudumlarken isteyen evinde ofis arkadaşlarıyla buluşup çalışabilecekmiş.
Novartis Türkiye Ülke Başkanı Güldem Berkman, “Esnek çalışma uygulamamız inovatif iş yapma şeklimizin çalışma hayatımıza bir yansıması olacak. Bu şekilde, teknolojiyi daha fazla kullanan ve daha verimli çalışan bir ekip olacağız. İş-özel yaşam dengesine destek olmayı amaçladığımız bu uygulama kapsamında artık genel müdürlük ofisinde her hafta çarşamba günü çalışma mekânımızı kendimiz seçebileceğiz” demiş.
Bu kararın adam gibi uygulanır, taraflarca tavsatılmazsa işe yarayacağı kesin. ABD ve Avrupa’da çalışma saatleriyle deli gibi oynanmasının, çalışmama, iş yerini sahiplenmeme odaklı bir yaklaşıma bunun da sitemin krizlere açık yumuşak karnını oluşturduğuna ilişkin iddialardan geçilmiyor. Ali Taran’ın ofisini tamamen terk etme kararı hâlâ hafızlarda tazeliğini koruyordur. Bence Novartis izlenmeli. Başarırsa mutlaka taklit edilmeli.
Yaşasın az çalışıp çok kazanmak! (Keşke olsa…)
Biyografi kitapları ve “bıçak sırtı” sorunlar
Rıdvan Akar’ın elinden çıkmış. Kale Endüstri Holding’ten gelen haşmetli ve o ölçüde de zarif biyografi kitabı “Benim Kale’m” kitabının sayfalarını karıştırırken geleceğe bırakılacak en anlamlı işlerden birinin bu tür çalışmalar olduğunu bir kez daha fark ettim. Bu işler dijital ortamlarda olmuyor işte…
Kale Kilit Kurucusu Sadık Özgür Bey’in hayat hikâyesini bir kitap halinde bize gönderirken imzaladığı o anlamlı sunuş çok etkileyici:
“Seksen yılı aşkın bir sürede hayatla olan mücadelemi, heyecanımı elbette ki bir kitaba sığdıramam. Ancak tecrübelerimi sizlere ve gelecek yeni nesillere aktarmak, anılarımı paylaşmak istedim.”
Bir tür “öncü” tipolojisinin duygu ve düşüncelerini, eylemlerini, yapıp ettiklerini, gerçekleştirdiği tüm hayalleri olağanüstü bir mütevazılıkla yansıtmasına bizim yaşımızdaki meslektaşlarımız alışık olabilirler. Y Kuşağı’nın anlamakta zorluk çekebileceği bu öncülük ya da liderlik halet-i ruhiyesini kavrayabilmek için, “Bir Anadolu insanının başarı öyküsü”nden çok daha ötede bir tutkunun altında yatan nedenleri merak edenler için, hangi kuşaktan olurlarsa olsunlar “Benim Kale’m” yeterince doyurucu olacaktır.
“Bıçak sırtı” işlerden biridir bir hayat hikâyesinin gözler önüne serilmesi. “Kamuoyu karşısına en özenli duruşla çıkabilme” arzusu... Kurumsallıkla liderliği buluşturmak… Tanıklıkların hangisine daha çok itibar edeceğiniz… Ailenin bakış açısıyla uygunluk… Tüm bunlar biyografi yazarının karşısına dağ gibi dikilir durur.
Tüm bunların üstesinden gelmiş Rıdvan Akar. Cumhuriyet’in ilk kuşak sanayicilerinden birini, Rıdvan Akar’ın deyişiyle “Dünyanın 103 ülkesine ihracat yapan, bu ülkelerde dillerini konuşamadığı insanlarla bile dost olabilen, bir zamanlar sadece kalıplarını ürettiği ürünleri şimdilerde taklit edilecek kadar rağbet gören” bir sanayiciyi, bir Anadolu insanını derinlemesine tanıyabilme şansını elde ettik.
Kendisini böyle ifade edebilecek köklülükteki aile ve kişiler bu ülkenin zenginliği, derinliği; olayı böyle kotarabilmek de iletişim ustalığıdır…
"Habent sua fata libelli..."
Bu Latince deyişi Ahu Parlar’dan öğrendim. ”Kitaplar kendi kaderlerine sahiptir” demekmiş... Ahu’nun mailini izniyle paylaşıyorum:
“Marketing Türkiye'deki son yazınızı okuyordum. Efendi-Köle ilişkisi ile ilgili bölümü okurken aklıma geldiği için paylaşmak istedim...
Ursula K Le Guin'in “Sesler, Güçler ve Marifetler” diye bir üçlemesi var, sanıyorum en son üçlemesi... Bu üçleme tamamen efendi-köle diyalektiği ile uğraşıyor ve okuma keyfini bozmamak için ayrıntısını vermek istemem ama “çok ince/Le Guin” çerçevesinden oldukça keyifli bir analizle bağlanıyor hikâye.
Bir de Bülent Somay'ın “Bir Şeyler Eksik” ve “Çok Bilmiş Özne” diye iki kitabı vardır. Özellikle ikincisindeki bir kaç makale (örneğin “Madu’nun Küstahlığı” isimli makalesi) bu konuya farklı bir perspektif getiriyor. Okuması çok keyifli kitaplar her ikisi de...”
Sevgili Ahu, konuyla ilgilenen iletişimci arkadaşlarımızın da yararlanabilmesi için önerdiğin kitapları Bersay İletişim Enstitüsü kütüphanesinde bulunacağı haberini veriyor, getirdiğin katma değer nedeniyle şükranlarımızı sınuyorum.
Görüldüğü gibi; “Kitaplar kendi kaderlerine sahiptir”...
Cem bu sayfalarda sürekli değindiğimiz hususları mükemmel özetlemiş.
Belki bir de şu sıra sektörün doğrudan kritik başarı faktörü haline gelmiş olan medya ile ilgili durumuna değinebilirmiş.
Hani, karşılarında ne zaman bir halkla ilişkilerci topluluğu otursa ve kendilerine söz verilse hemen şikâyete başlayan gazeteci arkadaşlarımızdan da söz etmeliyiz. “LCV yaparken rahatsız ediyorsunuz, davet ederken rahatsız ediyorsunuz, yazdığınız bültenler vasıfsız, yeniden yazarken zorlanıyoruz, bizi aşıp reklam servisini arıyorsunuz, o baskı karşısında haberinizi kullanıyoruz ama size de bileniyoruz hani, bizim yaptığımız haber üzerinden prim yapıp para kazanıyorsunuz sonra da yayınlanan haberin sütun santim üzerinden reklam eş değerini hesaplayıp müşterinize ‘Bak senin için bu kadar iletişim değeri yarattık’ diye rapor veriyorsunuz…”
Şikâyetler bu minval üzere sürer gider. Hepsi de yerindedir aslında. Halkla İlişkiler sektörü de, teslim olmuş, öyle ezik ezik dinler zaten. Bir itirazı olmaz… Tersine, gelip kendilerini fırçalasın diye zaman zaman gazeteci arkadaşları davet ederler…
Oysa PR ajansları ve medya mensupları birbirlerini tamamlayan ve birbirleriyle organik bir dengede durması gereken iki sosyal paydaştır.
ABD’de araştırmışlar, mutlaka bizde de bizim meslek örgütlerinden biri ya da akademisyenler araştıracaklardır. ABD’deki medyada yayınlanan haberlerin yüzde 70’den fazlası PR ajansları aracılığıyla elde edilen enformasyon girdilerine dayanıyormuş.
Bizde de bu rakamın altına düşüleceğini sanmıyorum. Dünyanın her yerinde olduğu gibi büyük reklam bütçeli kuruluşların haberleri hem daha sık girer medyaya hem de daha büyük. Haberin PR şirketinden gitmesine gerek yoktur, yazı işleri ile aralarında Çin Seddi olması gerektiği iddia edilen Reklam departmanı her an yazı işlerinden ricacı olur ve haber girer.
Reklam pazarlaması çalışmaları sırasında bazı kurumsallaşmamış medya kuruluşlarının satış elemanlarının “Bize reklam verirseniz, size haber desteği de veririz” dediklerine de tanık olmuşuzdur.
Aslında sektörel itibar noktasında bu iki sosyal paydaşın birbirlerine bir üstünlükleri yoktur. Bakın Era Research & Consultancy’nin sektörlerin itibarı konusunda son günlerde yaptığı araştırmaya göre sektörlerin beğeni düzeyi nasıl sıralanıyor?
Bilgi Teknolojileri/ IT %71
Sağlık %70
Turizm %69
Konfeksiyon Tekstil %65
Otomotiv %65
Eğitim %63
İlaç %63
Gıda %61
GSM Operatörleri %60
Konut İnşaat %59
Sigorta %57
Reklamcılık %56
Bankacılık Finans %53
Halkla İlişkiler %48
Pazar Araştırma %45
Medya %38
Alkollü İçecek %19
Hal böyleyken neden PR ajansları medya mensupları tarafından bu kadar hor görülebilmekte, aynı kaderi paylaşan bu iki sektör elele verip itibarlarını yukarıya doğru taşıyamamaktadırlar…
Tek bir yanıtı vardır bu sorunun: İlhan’ın da kısmen değindiği gibi bazı alanlara yatırım yapmamaları: İnsan sermayesine, ARGE’ye ve entelektüel varlıklara, pazarlama iletişimine ve yapısal sermayeye…
Nereden başlamalı? Tabii ki insandan…
Ben PR sektörünün, ülkede liberalizmin ve demokrasinin, serbest piyasa ekonomisinin gelişmesi oranında hak ettiği itibara kavuşacağına hâlâ inanıyorum.
Esnek çalışma mekânı
Dünya ilaç devi Novartis çalışanlarının motivasyonunu artırmak, onların iş-özel hayat dengelerini sağlamak için haftanın bir günü “esnek çalışma mekânı” uygulamasına geçmiş. Buna göre çalışanlar her çarşamba çalışmak istedikleri mekanı kendileri seçecekmiş. İsteyen Boğaz'a nazır bir kafede çayını yudumlarken isteyen evinde ofis arkadaşlarıyla buluşup çalışabilecekmiş.
Novartis Türkiye Ülke Başkanı Güldem Berkman, “Esnek çalışma uygulamamız inovatif iş yapma şeklimizin çalışma hayatımıza bir yansıması olacak. Bu şekilde, teknolojiyi daha fazla kullanan ve daha verimli çalışan bir ekip olacağız. İş-özel yaşam dengesine destek olmayı amaçladığımız bu uygulama kapsamında artık genel müdürlük ofisinde her hafta çarşamba günü çalışma mekânımızı kendimiz seçebileceğiz” demiş.
Bu kararın adam gibi uygulanır, taraflarca tavsatılmazsa işe yarayacağı kesin. ABD ve Avrupa’da çalışma saatleriyle deli gibi oynanmasının, çalışmama, iş yerini sahiplenmeme odaklı bir yaklaşıma bunun da sitemin krizlere açık yumuşak karnını oluşturduğuna ilişkin iddialardan geçilmiyor. Ali Taran’ın ofisini tamamen terk etme kararı hâlâ hafızlarda tazeliğini koruyordur. Bence Novartis izlenmeli. Başarırsa mutlaka taklit edilmeli.
Yaşasın az çalışıp çok kazanmak! (Keşke olsa…)
Biyografi kitapları ve “bıçak sırtı” sorunlar
Rıdvan Akar’ın elinden çıkmış. Kale Endüstri Holding’ten gelen haşmetli ve o ölçüde de zarif biyografi kitabı “Benim Kale’m” kitabının sayfalarını karıştırırken geleceğe bırakılacak en anlamlı işlerden birinin bu tür çalışmalar olduğunu bir kez daha fark ettim. Bu işler dijital ortamlarda olmuyor işte…
Kale Kilit Kurucusu Sadık Özgür Bey’in hayat hikâyesini bir kitap halinde bize gönderirken imzaladığı o anlamlı sunuş çok etkileyici:
“Seksen yılı aşkın bir sürede hayatla olan mücadelemi, heyecanımı elbette ki bir kitaba sığdıramam. Ancak tecrübelerimi sizlere ve gelecek yeni nesillere aktarmak, anılarımı paylaşmak istedim.”
Bir tür “öncü” tipolojisinin duygu ve düşüncelerini, eylemlerini, yapıp ettiklerini, gerçekleştirdiği tüm hayalleri olağanüstü bir mütevazılıkla yansıtmasına bizim yaşımızdaki meslektaşlarımız alışık olabilirler. Y Kuşağı’nın anlamakta zorluk çekebileceği bu öncülük ya da liderlik halet-i ruhiyesini kavrayabilmek için, “Bir Anadolu insanının başarı öyküsü”nden çok daha ötede bir tutkunun altında yatan nedenleri merak edenler için, hangi kuşaktan olurlarsa olsunlar “Benim Kale’m” yeterince doyurucu olacaktır.
“Bıçak sırtı” işlerden biridir bir hayat hikâyesinin gözler önüne serilmesi. “Kamuoyu karşısına en özenli duruşla çıkabilme” arzusu... Kurumsallıkla liderliği buluşturmak… Tanıklıkların hangisine daha çok itibar edeceğiniz… Ailenin bakış açısıyla uygunluk… Tüm bunlar biyografi yazarının karşısına dağ gibi dikilir durur.
Tüm bunların üstesinden gelmiş Rıdvan Akar. Cumhuriyet’in ilk kuşak sanayicilerinden birini, Rıdvan Akar’ın deyişiyle “Dünyanın 103 ülkesine ihracat yapan, bu ülkelerde dillerini konuşamadığı insanlarla bile dost olabilen, bir zamanlar sadece kalıplarını ürettiği ürünleri şimdilerde taklit edilecek kadar rağbet gören” bir sanayiciyi, bir Anadolu insanını derinlemesine tanıyabilme şansını elde ettik.
Kendisini böyle ifade edebilecek köklülükteki aile ve kişiler bu ülkenin zenginliği, derinliği; olayı böyle kotarabilmek de iletişim ustalığıdır…
"Habent sua fata libelli..."
Bu Latince deyişi Ahu Parlar’dan öğrendim. ”Kitaplar kendi kaderlerine sahiptir” demekmiş... Ahu’nun mailini izniyle paylaşıyorum:
“Marketing Türkiye'deki son yazınızı okuyordum. Efendi-Köle ilişkisi ile ilgili bölümü okurken aklıma geldiği için paylaşmak istedim...
Ursula K Le Guin'in “Sesler, Güçler ve Marifetler” diye bir üçlemesi var, sanıyorum en son üçlemesi... Bu üçleme tamamen efendi-köle diyalektiği ile uğraşıyor ve okuma keyfini bozmamak için ayrıntısını vermek istemem ama “çok ince/Le Guin” çerçevesinden oldukça keyifli bir analizle bağlanıyor hikâye.
Bir de Bülent Somay'ın “Bir Şeyler Eksik” ve “Çok Bilmiş Özne” diye iki kitabı vardır. Özellikle ikincisindeki bir kaç makale (örneğin “Madu’nun Küstahlığı” isimli makalesi) bu konuya farklı bir perspektif getiriyor. Okuması çok keyifli kitaplar her ikisi de...”
Sevgili Ahu, konuyla ilgilenen iletişimci arkadaşlarımızın da yararlanabilmesi için önerdiğin kitapları Bersay İletişim Enstitüsü kütüphanesinde bulunacağı haberini veriyor, getirdiğin katma değer nedeniyle şükranlarımızı sınuyorum.
Görüldüğü gibi; “Kitaplar kendi kaderlerine sahiptir”...