Marka hırsızlarına “hapis”!
Günümüzde bir ülke, neredeyse o ülkeden çıkan markaları kadar güçlüdür… Markaların doğmasını, yani bu soyut alana yatırım yapılmasını, bunların gelişip serpilmesini tehdit eden en temel mesele nedir? Büyük paralar yatırarak yapılan AR-GE çalışmaları ve pazarlama iletişimi faaliyetleri sonucu ortaya çıkacak markanın ânında taklit edilebilmesi, bazılarının emeksiz zahmetsiz “fikir hırsızlığı” yapması değil midir? Çok önemli bir yasa geliyor. Bana sorarsanız hayli sessiz ve sedasız… Örneğin muhalefetten cezaların artırılması gerektiğini savunan uyarılar bekliyordum. Tık yok oysa.Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün 6 Şubat’ta açıkladı. Taklit ürün üretenlere 1 ile 3 yıl arasında değişen sürelerde hapis cezası verilebilecekmiş… Ayrıca yakalanan taklit ürünlere de el konulacakmış.Bakanlar Kurulu’nda imzaya açılan 93 maddelik Sınai Mülkiyet Kanun Tasarısı, patent, tasarım ve coğrafi işaret ihlalinde de 1 milyon lira para cezası kesilebilmesini sağlıyormuş.Bakan ne demiş?Şunu demiş:“Türkiye olarak bilim ve teknoloji alanında, uzun vadeli ve kalıcı çözümler üretme, etkin işleyen teşvik mekanizmaları geliştirme ve sağlam kurumsal yapılar oluşturma gayreti içerisindeyiz. Bu süreçte Bakanlık olarak öncelik verdiğimiz alanların başında sınai mülkiyet hakları ve sınai mülkiyet sistemi gelmektedir. Sınai mülkiyet hakları dünyada rekabetin en önemli argümanlarından biri haline gelmiştir.”
Bu tür bir soyutlama ve hedefleme kime yakışır? Muhafazakâr bir iktidar partisi bakanına mı, yoksa “Sosyal demokrat, ilerlemeci bir muhalefete” mi? Günümüzde bir ülke, neredeyse o ülkeden çıkan markaları kadar güçlüdür… Markaların doğmasını, yani bu soyut alana yatırım yapılmasını, bunların gelişip serpilmesini tehdit eden en temel mesele nedir? Büyük paralar yatırarak yapılan AR-GE çalışmaları ve pazarlama iletişimi faaliyetleri sonucu ortaya çıkacak markanın ânında taklit edilebilmesi, bazılarının emeksiz zahmetsiz “fikir hırsızlığı” yapması değil midir?İlerici bir düşüncenin doğal olarak buna karşı çıkması, fikri ve sınai mülkiyet haklarını sonuna kadar savunması gerekmez mi? Peki, iletişim fakülteleri, meslek kuruluşları? Onların da ayağa kalkıp konuyla ilgili racon kesmeleri beklenmez mi?
Bakan Ergün açıklamasında, bir ülkenin kendi iç dinamiklerine uygun bir şekilde tasarlanmış ve etkin işleyen bir sınai mülkiyet sisteminin o ülke için çok büyük bir rekabet avantajı sağlayabileceğinin de altını çizmiş ve devam etmiş:
“Ülkemizde işleyen bir sınai mülkiyet mevzuatı bulunmakla birlikte, sistemin aksayan taraflarının iyileştirilmesi ve ülkemizin yeni dinamikleri doğrultusunda potansiyelinin harekete geçirilmesi için bir takım yasal düzenlemelere ihtiyacımız var…” Bu ihtiyacı iktidar partisi mi tespit edip üzerine gitmeli yoksa ülkenin diğer “ilerlemeci” baskı grupları mı?Akıl alır gibi değil…Nihat Ergün şöyle devam etmiş:“Önümüzdeki dönemde yenilik ve teknoloji üretimi konusunda adından çok daha fazla söz ettirecek olan üniversiteleri sınai mülkiyet sistemine dahil etmeden ilerlemeye kalktığınızda, sistemin en önemli unsurlarından birini gözardı etmiş olursunuz.”Muhafazakâr iktidar partisinin sosyal demokratlar gibi davranırken, sosyal demokrat muhalefetin muhafazakâr parti gibi davranıp “ilerlemeci” önerilere karşı çıkar duruma düştüğünü söyleyenlere gülüp geçerdik…Peki, yeni kanun ne tür değişiklikler getirecekmiş?- Taklit ürün üretenlere 1-3 yıl arasında hapis cezası,- Yakalanan taklit ürünlere el konulması,- Patent, tasarım ve coğrafi işaret ihlaline 1 milyon TL para cezası,- Suça teşvik eden ırkçılık, küfür içeren ve terör örgütlerini simgeleyen semboller gibi kamu düzenini bozan tasarımların re’sen reddedilmesi,- Üniversitelerin de patent sahibi olması, gelirin en az 30’unun öğretim üyelerine verilmesi…Ne bekliyorum? Her ne kadar geç kalmış olsalar da, baskı grupları ve muhalefetin, dünyadaki en ileri örnekleri inceleyip, “Bunun daha gelişmişi şöyle olur!” diye yepyeni ve dinamik bir örnek teklifle ortaya çıkmalarını…Çok şey mi bekliyorum? “Mânâ” yeniden keşfediliyorCümle bir kere okunduğunda hemen anlaşılmayabilir. Ya da şöyle diyelim: Ben anlamak için bir iki kez okumak ve üzerinde düşünmek zorunda kaldım. Ancak ondan sonra içselleştirebildim. Tespit, “Dil ve Edebiyat” dergisinde yapılmış. 2012 Aralık’ta yayınlanmış olan 48’inci sayıda… Zafer Özdemir’in Hilmi Yavuz'la yaptığı ve sayfa 25’te yayınlanmış olan röportajda…Hilmi Yavuz şöyle diyor:“Andrew Davison, dilimize ‘Türkiye'de Sekülarizm ve Modernlik’ adıyla çevrilen kitabında, ‘Modernizmin bilimsel araştırmayı bütün geleneksel dünya anlayışlarının üzerine’ çıkarmasının, bir ‘hakikat boşluğu’ inşa ettiğini belirtir. ‘Hakikat boşluğu’ insanın entelektüel hayatındaki geleneksel hakikat referanslarının silinmesidir.”Müthiş bir tespit…Kritik tamlamalardan biri hiç şüphesiz, “bilimsel araştırma”. Yani “pozitivizm”. Yani “determinizm”. Her şeye “maddi temelli sebep sonuç ilişkisi içinde” bakmak… Yani Aristo mantığı… Yani, dünyayı maddi ilişkiler bütünü olarak anlamaya çalışmak…Sonuç: Dünyanın manasını, maneviyatını yitirmesi… Davison’un deyişiyle “hakikat boşluğunun” ortaya çıkması…Bu soyutlamayı hayatın her alanı gibi iletişime de uygulamak mümkün. Hele de siyasi iletişime… Yoksa bizden başkasına yüz vermemesi gereken bu “geri zekâlı seçmen” neden bizi iktidar yapmıyor, diye hayıflanır dururuz.Ya da bütün matematik verilere göre bizim ürünümüzü alması gereken hedef kitle neden bize yüz vermiyor, diye. Ya da ben dururken, başkaları niye kariyer yapıyor diye, bozulup dururuz.ABD, özellikle Hollywood’dan başlayarak yitirdiği “mânâ”yı yeniden keşfetmeye çalışıyor. Biz daha şanslıyız bu konuda. Anadolu “mânâ” dolu çünkü… Yeter ki, “hakikat boşluğu”na düşmeyelim. Yoksa hayat bize döve döve 2+2’nin bazen 4 etmeyebileceğini öğretiyor. “Turkcell Style”a ne oldu?Aralık ayı başında Yeni Şafak’ta şöyle bir yazı kaleme almışız. Konuyu mesleki bir yayın olan Marketing Türkiye’de tartışmaya devam etmek daha doğru:“Turkcell Gangnam Style reklam videosu (böyle anılıyor, oysa aslında Turkcell Style deniyor içinde) internette tıklanma rekoru kırarken, yine aynı internetteki sosyal medya, reklamı “kopyacılık”la eleştiren yorumlarla çalkalanıp duruyor.Şu Gangnam Style furyası ile ilgili naçizane görüşlerimizi daha önce dile getirmiştik. (Bkz. Yeni Şafak, 27 Kasım) Orijinaline tahammül edemeyenlerin, bir de espriyi tam olarak yakalayamazlarsa olayı “çakma” olarak değerlendirip, sinirlenmeleri kaçınılmazdı.Bilinirliğini artırıp, kendisini konuşturmak ve gündemde yer almak isteyen bir markanın başvuracağı bir yoldur bu genellikle. Turkcell gibi o dönemi çoktan geride bırakmış olan bir markanın değil…
Acaba ne düşündüler bu yaklaşıma yeşil ışık yakarken? Herhalde amaçları “ucuz bir fırsatçılık” değildi… Koydukları iş hedefleri açısından ne kadar kârlı çıktıklarını ölçümleme ile anlatırlarsa, bu sütunlarda büyük keyifle yer veririz. Her gıcık reklam iş yapmaz, diye bir kural olmadığına göre, belki de bizim bilemediğimiz bir hikmet vardır bu işte…11 Aralık tarihinde Turkcell Pazarlama İletişim Direktörü Alpay Alptekin’den bir mektup almıştım. Şöyle diyordu Alpay Bey:“Sizin de yazınızda belirttiğiniz üzere, popüler kültür öğelerinin pazarlama iletişiminde kullanılması reklamın izleyiciyi daha çabuk yakalaması ve mesajı vermesi için bir çok reklamveren tarafından kullanılan geçerli bir yöntem.
Turkcell HazırKart kullanan müşterilerimize yönelik ‘Bitmeyen TL’ kampanya brief’ini aldığımızda, yaklaşık 1 milyar izleyiciye ulaşmış olan Gangnam Style gerek dansı gerekse şarkısıyla aklımıza ilk gelen ve aynı zamanda içimize sinen bir kampanya fikri oldu. Turkcell olarak hayatın içindeki her türlü duyguyu reklamlarımızda kullanıyoruz. Bazen duygulandırırken, bazen güldürüyoruz. Bu reklamımızda da enerji dolu bir şarkı eşliğinde Türkiye’yi hareketlendirelim istedik. Seçimimizde, şarkının popülaritesinin yanında, son 2 yıldır çektiğimiz Turkcell HazırKart filmlerimizde müzik ve dansın çok önemli bir rol oynaması da etkili oldu.
İzleyiciyi ilk saniyesinde yakalayan, kullandığımız renk kodları ve sözleriyle de Turkcell HazırKart’ın mesajını net olarak veren bir reklam filmi çektiğimize inanıyoruz. Kampanyamızın ilk haftasında iş hedeflerimizi yüzde 50 oranında geçmemiz de bunun güzel bir göstergesi diye düşünüyoruz.”Alpay Bey’in “Bu kadar çok ve çeşitli reklam yapan büyük bir marka yöneticilerinin ve reklam ajansının sürekli muhteşem ‘cin fikirler’ ortaya atması (Örn. Türkcell’li Oğulları Beyliği) beklenemez; bazen de böyle boşa kurşun atılabilir” demesi, beklenemezdi tabii… Yaptıkları işin arkasında durmaları anlaşılır bir şeydi.
Aradan 2 ay geçti. O iş unutuldu gitti. Oysa bilindiği üzere “Kazanan değiştirilmez” “Özgür Kız” uzun süre devam etmiş, reklam klasiği haline gelmişti. Hele de Selocan’lar… Neredeyse birkaç kuşak sürecek. İlle de Gangnam Style olamayabilir; ancak Turkcell Style bağlamında bu kez başka oynak, eğlenceli “enerji dolu başka şarkılar eşliğinde Türkiye’yi hareketlendirecek” farklı çok popüler parçaların klipleriyle yola devam edilebilirdi. Edilmediğine göre…
Aklın yolu bir değil mi?... GFK krizi sadece GFK’nın krizi değildirBaşarılı araştırma şirketi GFK kendi ayağına kallavi bir kurşun sıktı. Çok kolay halledeceği bir vergi meselesini, yöneticisine getirdiği “yolsuzluk, haksız kazanç” suçlamasıyla bütünleyip, “şeffaflık”, “dürüstlük”, “kurumsal vatandaşlık” adına intihar girişiminde bulundu…
“Her söylediğin doğru olsun, her doğruyu, her zaman, her yerde söyleme” ilkesini unuttu ve Almanya'daki merkez, Türkiye'deki yönetimin 21 milyon Euro'luk “vergi kaçakçılığı” yaptığını ileri sürerek, yöneticileri Ali Levent Orhun ve Elçin Üner'in işine son verdi ve bunu son derece kaba bir şekilde medyaya duyurdu. İddiaya göre Orhun ve arkadaşı, vergileri ödemeyip kârı yüksek göstererek şahıslarına haksız kazanç sağlamışlardı. GFK merkezi bu parayı ödeyerek vergi borcunu kapatıp itibarını kurtaracakmış…
Oysa çok zor tamir edilebilecek bir itibar sorunu yarattılar böylece. Güven, araştırma sektörünün bir numaralı tutunacağı daldır. Şimdi o dal koptu. Sadece GFK için mi? Hayır. Bütün sektör için. Bu durumun türevlerinin nerelere varabileceğini tahmin, tasavvur etme zordur. Yapılacak tek şey var. Sektörün derhal bir toplu iletişim atağına geçerek, iletişim ve ilişki yönetiminin bütün araçlarını kullanarak “kanamayı” durdurmaya çalışmak.Yoksa sektörel “iadeyi itibar süreci” yıllarca sürebilir…
Bu tür bir soyutlama ve hedefleme kime yakışır? Muhafazakâr bir iktidar partisi bakanına mı, yoksa “Sosyal demokrat, ilerlemeci bir muhalefete” mi? Günümüzde bir ülke, neredeyse o ülkeden çıkan markaları kadar güçlüdür… Markaların doğmasını, yani bu soyut alana yatırım yapılmasını, bunların gelişip serpilmesini tehdit eden en temel mesele nedir? Büyük paralar yatırarak yapılan AR-GE çalışmaları ve pazarlama iletişimi faaliyetleri sonucu ortaya çıkacak markanın ânında taklit edilebilmesi, bazılarının emeksiz zahmetsiz “fikir hırsızlığı” yapması değil midir?İlerici bir düşüncenin doğal olarak buna karşı çıkması, fikri ve sınai mülkiyet haklarını sonuna kadar savunması gerekmez mi? Peki, iletişim fakülteleri, meslek kuruluşları? Onların da ayağa kalkıp konuyla ilgili racon kesmeleri beklenmez mi?
Bakan Ergün açıklamasında, bir ülkenin kendi iç dinamiklerine uygun bir şekilde tasarlanmış ve etkin işleyen bir sınai mülkiyet sisteminin o ülke için çok büyük bir rekabet avantajı sağlayabileceğinin de altını çizmiş ve devam etmiş:
“Ülkemizde işleyen bir sınai mülkiyet mevzuatı bulunmakla birlikte, sistemin aksayan taraflarının iyileştirilmesi ve ülkemizin yeni dinamikleri doğrultusunda potansiyelinin harekete geçirilmesi için bir takım yasal düzenlemelere ihtiyacımız var…” Bu ihtiyacı iktidar partisi mi tespit edip üzerine gitmeli yoksa ülkenin diğer “ilerlemeci” baskı grupları mı?Akıl alır gibi değil…Nihat Ergün şöyle devam etmiş:“Önümüzdeki dönemde yenilik ve teknoloji üretimi konusunda adından çok daha fazla söz ettirecek olan üniversiteleri sınai mülkiyet sistemine dahil etmeden ilerlemeye kalktığınızda, sistemin en önemli unsurlarından birini gözardı etmiş olursunuz.”Muhafazakâr iktidar partisinin sosyal demokratlar gibi davranırken, sosyal demokrat muhalefetin muhafazakâr parti gibi davranıp “ilerlemeci” önerilere karşı çıkar duruma düştüğünü söyleyenlere gülüp geçerdik…Peki, yeni kanun ne tür değişiklikler getirecekmiş?- Taklit ürün üretenlere 1-3 yıl arasında hapis cezası,- Yakalanan taklit ürünlere el konulması,- Patent, tasarım ve coğrafi işaret ihlaline 1 milyon TL para cezası,- Suça teşvik eden ırkçılık, küfür içeren ve terör örgütlerini simgeleyen semboller gibi kamu düzenini bozan tasarımların re’sen reddedilmesi,- Üniversitelerin de patent sahibi olması, gelirin en az 30’unun öğretim üyelerine verilmesi…Ne bekliyorum? Her ne kadar geç kalmış olsalar da, baskı grupları ve muhalefetin, dünyadaki en ileri örnekleri inceleyip, “Bunun daha gelişmişi şöyle olur!” diye yepyeni ve dinamik bir örnek teklifle ortaya çıkmalarını…Çok şey mi bekliyorum? “Mânâ” yeniden keşfediliyorCümle bir kere okunduğunda hemen anlaşılmayabilir. Ya da şöyle diyelim: Ben anlamak için bir iki kez okumak ve üzerinde düşünmek zorunda kaldım. Ancak ondan sonra içselleştirebildim. Tespit, “Dil ve Edebiyat” dergisinde yapılmış. 2012 Aralık’ta yayınlanmış olan 48’inci sayıda… Zafer Özdemir’in Hilmi Yavuz'la yaptığı ve sayfa 25’te yayınlanmış olan röportajda…Hilmi Yavuz şöyle diyor:“Andrew Davison, dilimize ‘Türkiye'de Sekülarizm ve Modernlik’ adıyla çevrilen kitabında, ‘Modernizmin bilimsel araştırmayı bütün geleneksel dünya anlayışlarının üzerine’ çıkarmasının, bir ‘hakikat boşluğu’ inşa ettiğini belirtir. ‘Hakikat boşluğu’ insanın entelektüel hayatındaki geleneksel hakikat referanslarının silinmesidir.”Müthiş bir tespit…Kritik tamlamalardan biri hiç şüphesiz, “bilimsel araştırma”. Yani “pozitivizm”. Yani “determinizm”. Her şeye “maddi temelli sebep sonuç ilişkisi içinde” bakmak… Yani Aristo mantığı… Yani, dünyayı maddi ilişkiler bütünü olarak anlamaya çalışmak…Sonuç: Dünyanın manasını, maneviyatını yitirmesi… Davison’un deyişiyle “hakikat boşluğunun” ortaya çıkması…Bu soyutlamayı hayatın her alanı gibi iletişime de uygulamak mümkün. Hele de siyasi iletişime… Yoksa bizden başkasına yüz vermemesi gereken bu “geri zekâlı seçmen” neden bizi iktidar yapmıyor, diye hayıflanır dururuz.Ya da bütün matematik verilere göre bizim ürünümüzü alması gereken hedef kitle neden bize yüz vermiyor, diye. Ya da ben dururken, başkaları niye kariyer yapıyor diye, bozulup dururuz.ABD, özellikle Hollywood’dan başlayarak yitirdiği “mânâ”yı yeniden keşfetmeye çalışıyor. Biz daha şanslıyız bu konuda. Anadolu “mânâ” dolu çünkü… Yeter ki, “hakikat boşluğu”na düşmeyelim. Yoksa hayat bize döve döve 2+2’nin bazen 4 etmeyebileceğini öğretiyor. “Turkcell Style”a ne oldu?Aralık ayı başında Yeni Şafak’ta şöyle bir yazı kaleme almışız. Konuyu mesleki bir yayın olan Marketing Türkiye’de tartışmaya devam etmek daha doğru:“Turkcell Gangnam Style reklam videosu (böyle anılıyor, oysa aslında Turkcell Style deniyor içinde) internette tıklanma rekoru kırarken, yine aynı internetteki sosyal medya, reklamı “kopyacılık”la eleştiren yorumlarla çalkalanıp duruyor.Şu Gangnam Style furyası ile ilgili naçizane görüşlerimizi daha önce dile getirmiştik. (Bkz. Yeni Şafak, 27 Kasım) Orijinaline tahammül edemeyenlerin, bir de espriyi tam olarak yakalayamazlarsa olayı “çakma” olarak değerlendirip, sinirlenmeleri kaçınılmazdı.Bilinirliğini artırıp, kendisini konuşturmak ve gündemde yer almak isteyen bir markanın başvuracağı bir yoldur bu genellikle. Turkcell gibi o dönemi çoktan geride bırakmış olan bir markanın değil…
Acaba ne düşündüler bu yaklaşıma yeşil ışık yakarken? Herhalde amaçları “ucuz bir fırsatçılık” değildi… Koydukları iş hedefleri açısından ne kadar kârlı çıktıklarını ölçümleme ile anlatırlarsa, bu sütunlarda büyük keyifle yer veririz. Her gıcık reklam iş yapmaz, diye bir kural olmadığına göre, belki de bizim bilemediğimiz bir hikmet vardır bu işte…11 Aralık tarihinde Turkcell Pazarlama İletişim Direktörü Alpay Alptekin’den bir mektup almıştım. Şöyle diyordu Alpay Bey:“Sizin de yazınızda belirttiğiniz üzere, popüler kültür öğelerinin pazarlama iletişiminde kullanılması reklamın izleyiciyi daha çabuk yakalaması ve mesajı vermesi için bir çok reklamveren tarafından kullanılan geçerli bir yöntem.
Turkcell HazırKart kullanan müşterilerimize yönelik ‘Bitmeyen TL’ kampanya brief’ini aldığımızda, yaklaşık 1 milyar izleyiciye ulaşmış olan Gangnam Style gerek dansı gerekse şarkısıyla aklımıza ilk gelen ve aynı zamanda içimize sinen bir kampanya fikri oldu. Turkcell olarak hayatın içindeki her türlü duyguyu reklamlarımızda kullanıyoruz. Bazen duygulandırırken, bazen güldürüyoruz. Bu reklamımızda da enerji dolu bir şarkı eşliğinde Türkiye’yi hareketlendirelim istedik. Seçimimizde, şarkının popülaritesinin yanında, son 2 yıldır çektiğimiz Turkcell HazırKart filmlerimizde müzik ve dansın çok önemli bir rol oynaması da etkili oldu.
İzleyiciyi ilk saniyesinde yakalayan, kullandığımız renk kodları ve sözleriyle de Turkcell HazırKart’ın mesajını net olarak veren bir reklam filmi çektiğimize inanıyoruz. Kampanyamızın ilk haftasında iş hedeflerimizi yüzde 50 oranında geçmemiz de bunun güzel bir göstergesi diye düşünüyoruz.”Alpay Bey’in “Bu kadar çok ve çeşitli reklam yapan büyük bir marka yöneticilerinin ve reklam ajansının sürekli muhteşem ‘cin fikirler’ ortaya atması (Örn. Türkcell’li Oğulları Beyliği) beklenemez; bazen de böyle boşa kurşun atılabilir” demesi, beklenemezdi tabii… Yaptıkları işin arkasında durmaları anlaşılır bir şeydi.
Aradan 2 ay geçti. O iş unutuldu gitti. Oysa bilindiği üzere “Kazanan değiştirilmez” “Özgür Kız” uzun süre devam etmiş, reklam klasiği haline gelmişti. Hele de Selocan’lar… Neredeyse birkaç kuşak sürecek. İlle de Gangnam Style olamayabilir; ancak Turkcell Style bağlamında bu kez başka oynak, eğlenceli “enerji dolu başka şarkılar eşliğinde Türkiye’yi hareketlendirecek” farklı çok popüler parçaların klipleriyle yola devam edilebilirdi. Edilmediğine göre…
Aklın yolu bir değil mi?... GFK krizi sadece GFK’nın krizi değildirBaşarılı araştırma şirketi GFK kendi ayağına kallavi bir kurşun sıktı. Çok kolay halledeceği bir vergi meselesini, yöneticisine getirdiği “yolsuzluk, haksız kazanç” suçlamasıyla bütünleyip, “şeffaflık”, “dürüstlük”, “kurumsal vatandaşlık” adına intihar girişiminde bulundu…
“Her söylediğin doğru olsun, her doğruyu, her zaman, her yerde söyleme” ilkesini unuttu ve Almanya'daki merkez, Türkiye'deki yönetimin 21 milyon Euro'luk “vergi kaçakçılığı” yaptığını ileri sürerek, yöneticileri Ali Levent Orhun ve Elçin Üner'in işine son verdi ve bunu son derece kaba bir şekilde medyaya duyurdu. İddiaya göre Orhun ve arkadaşı, vergileri ödemeyip kârı yüksek göstererek şahıslarına haksız kazanç sağlamışlardı. GFK merkezi bu parayı ödeyerek vergi borcunu kapatıp itibarını kurtaracakmış…
Oysa çok zor tamir edilebilecek bir itibar sorunu yarattılar böylece. Güven, araştırma sektörünün bir numaralı tutunacağı daldır. Şimdi o dal koptu. Sadece GFK için mi? Hayır. Bütün sektör için. Bu durumun türevlerinin nerelere varabileceğini tahmin, tasavvur etme zordur. Yapılacak tek şey var. Sektörün derhal bir toplu iletişim atağına geçerek, iletişim ve ilişki yönetiminin bütün araçlarını kullanarak “kanamayı” durdurmaya çalışmak.Yoksa sektörel “iadeyi itibar süreci” yıllarca sürebilir…