Sadakat değil liyakat... 27.04.2013
Tarım toplumunda meta, sanayi toplumunda kaynak olarak ele alınan insanın bilgi toplumunda kıymet olarak değerlendirilmesi gerektiğini 1990'lardan bu yana savuna geldik. Adı personel sevk ve idaresi, sonraları personel dairesi, bilahare personel yönetimi olarak tespit edilmiş; son 30 – 40 yıldır ise İnsan Kaynağı Bölümü olarak tanımlanan alanlarda uzmanlaşmış arkadaşlar o tarihlerde bize bir hayli tavır koymuşlardı.
Burada konuyu geçen hafta bir kez daha dile getirdikten sonra, sosyal medyada, özellikle iş dünyasının kullandığı profesyonel bir ağ olan Linkedin'de 1.800 kişiyi aşan ve iletişimin çeşitli alanlarından meslek grubumuza bir davet attım. Son derece geniş bir kitle bu davete icabet etti…
Çok sevindirici durumdan da biraz cesaret alarak bugün aynı 'kontekst' içinde bu kez de şu 'sadakat' meselesine değinmekte yarar var.
Malum, önümüz seçim… Seçimi liderler kadrolarla birlikte kazanır. Oyu seçmenden alır. Yani lider, insan kıymeti olarak görmesi gereken kadrolarıyla, nato kafa nato mermer, hiçbir şeyden anlamayan, güruh olarak tabir edilen kitlelere değil, insan kıymeti olarak ele alması gereken seçmenlerine gidecek. O nedenle, feodal tarım toplumunun ilişki biçimlerinde çok önemli bir rol almış, bilgi toplumunda ise erdemler manzumesi çerçevesinde 'default' (fabrika çıkışı) olarak görülmesi, bir mazhariyet olarak değerlendirilmemesi gereken 'sadakat' kavramı yerine günümüz koşullarında neyin ön plana çıktığını saptamak büyük önem kazanıyor.
Nasıl bir zamanların en önemli kavramı olan performans doğal ve sıradan bir hale geldi ve onun yerine insanlar ne kadar çok değil ne kadar 'iyi' (etkili) çalıştıklarına göre değerlendiriliyorlarsa; nasıl bir profesyonelin sürekli kendi kendisini motive etmesi doğalsa ve yöneticilerinden 'Gelin beni motive edin' türünden beklenti içinde olması artık garipseniyor ve bunun ağırlığı 'fikri katma değer' üretimindeki bireysel başarıya kaymışsa; bilgi toplumunda 'sadakat'in başına da benzer bir şey gelmiş… Sadakat önemli. Ancak ondan dolayı 'Oscar' vermiyorlar adama. 'Adanmışlık' çok daha önemli günümüzde. Hız var çünkü. Sürekli değişim. Bu değişime ayak uyduramazsan, istediğin kadar sadık ol. Nafile!.. Bu nedenle kapitalist sistemin çok acımasız gibi görünen 'up or out' (ya yukarı ya dışarı) ilkesinin temel kriterleri değişmiş durumda. 'Up' (kariyer) için 'Performans – Motivasyon – Sadakat' üçlüsünün üstüne 'Etkililik – Fikri katma değer – Adanmışlık' üçlüsü gelip oturmuş. İlk üçü sende olacak zaten. Ancak madalyayı ikinci üçlüdeki başarına, yani liyakatına göre takıyorlar artık… İşi ehline veriyorlar, en sadık olanına değil…
Bu nedenle artık kadrolara yönelik (özellikle de siyasi kadrolara) bu yeni üçlüden 'bakmak' ve şu soruyu sormak lazım: 'Bu yol arkadaşlarından hangileri geçmişi, hangileri bugünü, hangileri geleceği temsil ediyor? Ve ben kiminle yürüyeceğim? Kiminle birlikte rekabete karşı avantaj sağlayacağım?'
Bu arada günümüzde sadakat daha çok bireyin erdemi haline geldi, kurumun değil… Bireyler arası bir mesele sadakat, kurumlararası veya kurum – birey arası bir mesele değil…
Buradan bakıldığında siyasi partilerin ilişkilerini ve iletişimlerini bu bağlamda bir kez daha gözden geçirmelerinde yarar olabilir mi?
'Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı'
Direksiyon başında cep telefonuyla konuşurken trafik polisine yakalanan bir arkadaşımızı ceza almaktan kurtaran tavır ve cümle üzerine düşünmek lazım... Otomobili durduran trafik polisine mahçup bir ifadeyle söylenen cümle şu:
'Affetmezsin değil mi?'
Trafik polisi gülmüş ve 'Affederim.' demiş.
Gelin de Yunus Emre'nin 'Keleci bilen kişinin (sözünü bilen kişinin) yüzünü ag ede bir söz /Sözü pişirip diyenin işini sag ede bir söz' diye başlayıp 'Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı' diye devam eden mısralarını hatırlamayın...
Savaşı bitirecek söz ile başı yitirecek söz arasındaki uçurumu belirleyen üslubun hakkını yemeyelim.
Bu topraklardaki 'Ortak ruhi şekillenme'den, kültür ve değerlerimizden söz ederken, tarihi düne dayanan bazı milletlere inat, dünyaya Yunus gibi bin asırlık çınarların, bilgelerin penceresinden bakmanın ayrı bir hoşluğu olduğunu itiraf etmeliyim.
'Affetmezsin değil mi?' ifadesindeki sıcaklığın, Anadolu ve hoşgörü kavramları arasında kendiliğinden oluşmuş sıkı bağ ile bir ilgisi olmadığını mı sanıyorsunuz?
Yenge konusu bizde risklidir
Bakın Marketing Türkiye dergisinin 1 Şubat sayısında olayı hasbelkader önceden görmüşüz:
'Bence Cimbom'a gelen Wesley Sneijderr'den çok eşi Yolanthe Cabau'nun zafer şansı var Türkiye'de… Eli kulağındadır; bir büyük marka kendisini bağlayıverir 'renklerine'… Eğer TEB – Olgun Şimşek ilişkisinde olan tutarsızlık yüzünden 'çok başarılı bir başarısızlık' yakalanması (bilinirlik yüksek, konumlanma yerlerde) gibi bir talihsizliğe düşmezlerse Yolanthe yenge, markayı aslanlar gibi uçurur.'
Karı – koca Snijder'leri Lipton bağlamış renklerine… Ice Tea reklamında… Bilinirlik yüksek. Yenge de iyi
durmuş ekranda. Peki Wesley'in reklamdaki sözlerini bizim millet nasıl algılyacak dersiniz? 'Yengen hararet yapınca, Lipton Ice Tea içiyorum, ferahlıyorum…'
Lipton risk almış. Risk almadan başarı olmaz.
Vardır herhalde bir
bildikleri…
CEO'yla kahve içme bedeli...
Bizim topraklardaki 'anlayışın' tamamen dışında kalan, bu nedenle de her türlü ikna ve algılama yönetimi yetisini yitiren örnekleri gördükçe 'Siz siz olun, aynısını yapmaya kalkmayın!' diye uyarma ihtiyacı beliriveriyor. 'Apple CEO'suyla bir kahve içmenin bedeli 180 bin Dolar' başlıklı haberdeki türden bir 'etkinlik', bizim markalarımız için söz konusu olabilir miydi:
'Charity Buzz sitesinin, Apple CEO'su Tim Cook'la kahve sohbeti için başlattığı açık artırmada 52 teklif verildi. En yüksek teklifi 185 bin dolarla Clearcrate teknoloji firması yaptı. Açık artırmanın bitmesine 19 gün kala 50 bin dolar taban fiyatın çok üstüne çıkılmış oldu. Gelir, Robert F. Kennedy İnsan Hakları ve Adalet Merkezi'ne bağışlanacak.'
Özellikle 'Y Kuşağı' adıyla anılan gençlik için Apple CEO'su ile bir kahve sohbetinin nasıl da arzulanan bir hayal olduğunu anlayabiliriz. Ancak burada Batı taklitçisi arkadaşların işi zor. Ne o paraları verecek birini bulurlar ne de böyle bir projeye 'He' diyecek CEO'yu…
Burada konuyu geçen hafta bir kez daha dile getirdikten sonra, sosyal medyada, özellikle iş dünyasının kullandığı profesyonel bir ağ olan Linkedin'de 1.800 kişiyi aşan ve iletişimin çeşitli alanlarından meslek grubumuza bir davet attım. Son derece geniş bir kitle bu davete icabet etti…
Çok sevindirici durumdan da biraz cesaret alarak bugün aynı 'kontekst' içinde bu kez de şu 'sadakat' meselesine değinmekte yarar var.
Malum, önümüz seçim… Seçimi liderler kadrolarla birlikte kazanır. Oyu seçmenden alır. Yani lider, insan kıymeti olarak görmesi gereken kadrolarıyla, nato kafa nato mermer, hiçbir şeyden anlamayan, güruh olarak tabir edilen kitlelere değil, insan kıymeti olarak ele alması gereken seçmenlerine gidecek. O nedenle, feodal tarım toplumunun ilişki biçimlerinde çok önemli bir rol almış, bilgi toplumunda ise erdemler manzumesi çerçevesinde 'default' (fabrika çıkışı) olarak görülmesi, bir mazhariyet olarak değerlendirilmemesi gereken 'sadakat' kavramı yerine günümüz koşullarında neyin ön plana çıktığını saptamak büyük önem kazanıyor.
Nasıl bir zamanların en önemli kavramı olan performans doğal ve sıradan bir hale geldi ve onun yerine insanlar ne kadar çok değil ne kadar 'iyi' (etkili) çalıştıklarına göre değerlendiriliyorlarsa; nasıl bir profesyonelin sürekli kendi kendisini motive etmesi doğalsa ve yöneticilerinden 'Gelin beni motive edin' türünden beklenti içinde olması artık garipseniyor ve bunun ağırlığı 'fikri katma değer' üretimindeki bireysel başarıya kaymışsa; bilgi toplumunda 'sadakat'in başına da benzer bir şey gelmiş… Sadakat önemli. Ancak ondan dolayı 'Oscar' vermiyorlar adama. 'Adanmışlık' çok daha önemli günümüzde. Hız var çünkü. Sürekli değişim. Bu değişime ayak uyduramazsan, istediğin kadar sadık ol. Nafile!.. Bu nedenle kapitalist sistemin çok acımasız gibi görünen 'up or out' (ya yukarı ya dışarı) ilkesinin temel kriterleri değişmiş durumda. 'Up' (kariyer) için 'Performans – Motivasyon – Sadakat' üçlüsünün üstüne 'Etkililik – Fikri katma değer – Adanmışlık' üçlüsü gelip oturmuş. İlk üçü sende olacak zaten. Ancak madalyayı ikinci üçlüdeki başarına, yani liyakatına göre takıyorlar artık… İşi ehline veriyorlar, en sadık olanına değil…
Bu nedenle artık kadrolara yönelik (özellikle de siyasi kadrolara) bu yeni üçlüden 'bakmak' ve şu soruyu sormak lazım: 'Bu yol arkadaşlarından hangileri geçmişi, hangileri bugünü, hangileri geleceği temsil ediyor? Ve ben kiminle yürüyeceğim? Kiminle birlikte rekabete karşı avantaj sağlayacağım?'
Bu arada günümüzde sadakat daha çok bireyin erdemi haline geldi, kurumun değil… Bireyler arası bir mesele sadakat, kurumlararası veya kurum – birey arası bir mesele değil…
Buradan bakıldığında siyasi partilerin ilişkilerini ve iletişimlerini bu bağlamda bir kez daha gözden geçirmelerinde yarar olabilir mi?
'Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı'
Direksiyon başında cep telefonuyla konuşurken trafik polisine yakalanan bir arkadaşımızı ceza almaktan kurtaran tavır ve cümle üzerine düşünmek lazım... Otomobili durduran trafik polisine mahçup bir ifadeyle söylenen cümle şu:
'Affetmezsin değil mi?'
Trafik polisi gülmüş ve 'Affederim.' demiş.
Gelin de Yunus Emre'nin 'Keleci bilen kişinin (sözünü bilen kişinin) yüzünü ag ede bir söz /Sözü pişirip diyenin işini sag ede bir söz' diye başlayıp 'Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı' diye devam eden mısralarını hatırlamayın...
Savaşı bitirecek söz ile başı yitirecek söz arasındaki uçurumu belirleyen üslubun hakkını yemeyelim.
Bu topraklardaki 'Ortak ruhi şekillenme'den, kültür ve değerlerimizden söz ederken, tarihi düne dayanan bazı milletlere inat, dünyaya Yunus gibi bin asırlık çınarların, bilgelerin penceresinden bakmanın ayrı bir hoşluğu olduğunu itiraf etmeliyim.
'Affetmezsin değil mi?' ifadesindeki sıcaklığın, Anadolu ve hoşgörü kavramları arasında kendiliğinden oluşmuş sıkı bağ ile bir ilgisi olmadığını mı sanıyorsunuz?
Yenge konusu bizde risklidir
Bakın Marketing Türkiye dergisinin 1 Şubat sayısında olayı hasbelkader önceden görmüşüz:
'Bence Cimbom'a gelen Wesley Sneijderr'den çok eşi Yolanthe Cabau'nun zafer şansı var Türkiye'de… Eli kulağındadır; bir büyük marka kendisini bağlayıverir 'renklerine'… Eğer TEB – Olgun Şimşek ilişkisinde olan tutarsızlık yüzünden 'çok başarılı bir başarısızlık' yakalanması (bilinirlik yüksek, konumlanma yerlerde) gibi bir talihsizliğe düşmezlerse Yolanthe yenge, markayı aslanlar gibi uçurur.'
Karı – koca Snijder'leri Lipton bağlamış renklerine… Ice Tea reklamında… Bilinirlik yüksek. Yenge de iyi
durmuş ekranda. Peki Wesley'in reklamdaki sözlerini bizim millet nasıl algılyacak dersiniz? 'Yengen hararet yapınca, Lipton Ice Tea içiyorum, ferahlıyorum…'
Lipton risk almış. Risk almadan başarı olmaz.
Vardır herhalde bir
bildikleri…
CEO'yla kahve içme bedeli...
Bizim topraklardaki 'anlayışın' tamamen dışında kalan, bu nedenle de her türlü ikna ve algılama yönetimi yetisini yitiren örnekleri gördükçe 'Siz siz olun, aynısını yapmaya kalkmayın!' diye uyarma ihtiyacı beliriveriyor. 'Apple CEO'suyla bir kahve içmenin bedeli 180 bin Dolar' başlıklı haberdeki türden bir 'etkinlik', bizim markalarımız için söz konusu olabilir miydi:
'Charity Buzz sitesinin, Apple CEO'su Tim Cook'la kahve sohbeti için başlattığı açık artırmada 52 teklif verildi. En yüksek teklifi 185 bin dolarla Clearcrate teknoloji firması yaptı. Açık artırmanın bitmesine 19 gün kala 50 bin dolar taban fiyatın çok üstüne çıkılmış oldu. Gelir, Robert F. Kennedy İnsan Hakları ve Adalet Merkezi'ne bağışlanacak.'
Özellikle 'Y Kuşağı' adıyla anılan gençlik için Apple CEO'su ile bir kahve sohbetinin nasıl da arzulanan bir hayal olduğunu anlayabiliriz. Ancak burada Batı taklitçisi arkadaşların işi zor. Ne o paraları verecek birini bulurlar ne de böyle bir projeye 'He' diyecek CEO'yu…