"İstenilen sonuç bu muydu?..."
4 Haziran 2013- Yeni Şafak Gazetesi
Bizim uzmanlık alanımız iletişim. Gezi Parkı eylemlerinin 'öncesi, sırası ve sonrası' ile ilgili görüşlerimizi ancak uzmanlık alanımız olan iletişim boyutunda dile getirebiliriz.
İletişimde tek bir kriter vardır. İyice anlaşılması için tekrarlayalım: İletişimin başarılı olup olmadığının bir tek göstergesi vardır:
İstediğiniz sonuçlara ulaşabildiniz mi? Ulaşılmış sonuçları istiyor, kabulleniyor ve benimsiyor musunuz?
Konuyla ilgili 5 tespit yapılabilir:
Bir: Yerel yönetimin iletişim beceriksizliği ve zaafı, bu türden her durumda olduğu gibi meselenin iletişim boyutunun ve sorumluluğunun yine Başbakan Erdoğan'a ihale edildiği algısının yayılmasına neden olmuştur. Kendisinin de çok rahatsız olduğu anlaşılan, şahsına yöneltilmiş agresif ve galiz sözlerin önemli bir nedeni de bu zaaftan kaynaklanmaktadır. İşin daha da vahimi, yerel yöneticileri Başbakan'ın konuşturmadığı şeklindeki algının yaygınlığıdır. Belediye başkanının geç kalmış açıklaması da durumu kurtaramamıştır…
İki: Olayın 'öncesi' ve başlangıcındaki 'sırası' doğru 'okunamamıştır'. Eğer 'okunmuş' olsaydı zabıta destekli polis baskınları ile birkaç yüz kişinin başlattığı eyleme gösterilen aşırı tepki, tek yönlü şiddet serüveni haline gelmez, eylem yalın bir protesto aksiyonu olarak kayıtlara geçerdi.
Bu toplumun genlerindeki 'haksızlığa karşı çıkma', zayıfın yanında olma refleksiyle ilk kez mi karşılaşılıyordu? İlkokulda ne öğretiyorlardı bize? Kayı Boyu Orta Asya'dan kopup gelmiş ve Anadolu'ya girmiş, bir dağın tepesinden ovaya bakmış. Güçlü bir ordu, zayıf bir orduyu perişan etmek üzere. Kayı Boyu hemen zayıftan yana savaşa girmiş. Kuvvetli olan Bizans, zayıf olan ise Selçuklu imiş. 'Efsane'ye göre Selçuklu, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'nu kuracak olan Kayı Boyu'nun Söğüt civarına yerleştirilmesini sağlayarak, mazlumdan yana bu davranışı ödüllendirmiş.
'Göz o ki dağın arkasını göre, akıl o ki başına geleceği bile' sözü bizden başka kime ait olabilirdi ki? İki üç yüz kişi Gezi Parkı'nda çadırlarının önünde sessiz sakin protestolarını yapıp, müzik çalıp kitaplarını okurken zabıta destekli polis ekipleriyle baskın yapıp, karşı çıkan protestoculara biber gazı sıkılacağına, Vali veya Belediye Başkanı kalkıp da şöyle deseydi ne olurdu sanki:
'Arkadaşlar, İstanbul halkının arzusu hilafına burada sizden gizli hiçbir şey yapılamaz. Biz size otobüslerin rengini, vapurların biçimini bile sormuşuz. Bunu neden sormayalım?'
Kontrolü daha sıkı tutmak ve her türlü şiddet ihtimaline karşı tedbirli olmak istiyorlarsa, grubu uzaktan polis çemberiyle izleyebilirlerdi. Kendimizi emniyet güçlerinin yerine koymaya da gerek yok. Bu işin teorisini pratiğini herhalde okullarında öğrenmişlerdir.
Kırılma noktası işte o öğrenilenlerin uygulanmadığı anda oldu. Sonrası, genlerdeki bilginin ve yıllara yayılmış olan birikimin patlamasıdır...
Üç: Twitter'ı ve kullanıcılarını doğru 'okuyamadılar'. Okusalardı, basit bir veri anlamlandırma (data mining) sürecini yönetselerdi, sosyal medya ortamında karşılaştıkları profilin çoğunluğunun tahmin ettiklerinin tersine, herhangi bir siyasi parti ve liderin arkasından gitmeyen, marjinallikle ilgisi olmayan, kentli, hayli iyi eğitimli, çeşitli yaş gruplarından, vicdan ve aklının sesini dinleyen, dinamik insanlar olduğunu görebilirlerdi.
Ahmet Davutoğlu'nun sıralamasında ilk üç basamağı atlayarak, yani (Tasvir, Açıklama, Anlama) doğrudan dördüncü basamağa (yani Anlamlandırma'ya) sıçradıkları için 'Yönlendirme' (Beşinci basamak) konusunda zaafa uğradılar. Bu kitlenin içinde acaba yüzde kaçı, kendisi ya da ailesi son seçimlerde AK Parti'ye oy vermişti? Bütün bu analizi yapmak ve verileri okumak basit bir veri yorumlama (data mining) programıyla bile hallolabilirdi.
Tabii ki kitlenin içinde düşük bir oranda da olsa marjinal gruplar vardı; ancak buradan yola çıkıp bütün kitleyi ve twitter ortamını yerden yere çalmak ciddi bir iletişim kazasıydı.
Dört: Her ortamda ifade ettiğimiz gibi Başbakan Erdoğan iletişimi en iyi yöneten liderlerin başında gelir. Ancak sinirlendiği ve seçilmiş davranış sergileyemediği durumlarda kendi krizini yaratma konusunda da hayli mahir olduğu bilinmektedir. Her zaman için mi geçerlidir bu durum? Hayır. Mesela Davos'ta sinirlendiği zaman alkışlamıştık. 'One minute!' davranışının bile planlı programlı olduğunu düşünmek istemiştik. Başbakan'ın bu durumu doğru okuyup iletişim kazalarına daha fazla neden olmadan olayı asıl yönetmesi gereken kişileri sahneye devretmesini bekleyenlere biz de katılıyoruz.
Beş: Bütün bu eylemlerin sonunda bir bilanço çıkarılacak olunursa en çok kaybeden tarafın medya ve medya mensupları olduğunu söylemek herhalde abartı olmazdı. Bütün itibar araştırmalarında son sıralarda yer alan medya susarak, hem kendilerine talimat verilmiş algısı yarattıkları için Başbakan'ı ve kendilerini daha da zor durumda bıraktı, hem de durduk yerde eylemlerin odak noktası haline geldi. Medya haber alma özgürlüğüne yanıt veremeyince hepsi birer yurttaş gazeteci olarak kendini konumlamış olan gençler, dakikada ortalama 3-4 bin tweet atmayacaktı da ne yapacaktı?
Ortada bir kriz var mı? Her zamanki yerden bakarak bu soruyu yanıtlamaya çalışalım: Hasar varsa kriz de var demektir ve kriz, hasarın büyüklüğü ile düz orantılıdır.
Elimizde ölçümlenmiş sonuçlar yok. Ancak tahmin ediyoruz ki hem Başbakan, hem AK Parti, hem yerel yönetimler, hem polis, hem de sınavı verememiş olan medya ve bazı özel kuruluşların algı düzeyindeki hasarları büyüktür. En azından istedikleri algılanma boyutunda ve niteliğinde sorun vardır.
Tekrarlayalım: İletişimin başarılı olup olmadığının tek bir göstergesi bulunur: İstenilen sonuçlara ulaşmak.
Bu sonuçları kabulleniyor ve benimsiyor musunuz?
Bizim uzmanlık alanımız iletişim. Gezi Parkı eylemlerinin 'öncesi, sırası ve sonrası' ile ilgili görüşlerimizi ancak uzmanlık alanımız olan iletişim boyutunda dile getirebiliriz.
İletişimde tek bir kriter vardır. İyice anlaşılması için tekrarlayalım: İletişimin başarılı olup olmadığının bir tek göstergesi vardır:
İstediğiniz sonuçlara ulaşabildiniz mi? Ulaşılmış sonuçları istiyor, kabulleniyor ve benimsiyor musunuz?
Konuyla ilgili 5 tespit yapılabilir:
Bir: Yerel yönetimin iletişim beceriksizliği ve zaafı, bu türden her durumda olduğu gibi meselenin iletişim boyutunun ve sorumluluğunun yine Başbakan Erdoğan'a ihale edildiği algısının yayılmasına neden olmuştur. Kendisinin de çok rahatsız olduğu anlaşılan, şahsına yöneltilmiş agresif ve galiz sözlerin önemli bir nedeni de bu zaaftan kaynaklanmaktadır. İşin daha da vahimi, yerel yöneticileri Başbakan'ın konuşturmadığı şeklindeki algının yaygınlığıdır. Belediye başkanının geç kalmış açıklaması da durumu kurtaramamıştır…
İki: Olayın 'öncesi' ve başlangıcındaki 'sırası' doğru 'okunamamıştır'. Eğer 'okunmuş' olsaydı zabıta destekli polis baskınları ile birkaç yüz kişinin başlattığı eyleme gösterilen aşırı tepki, tek yönlü şiddet serüveni haline gelmez, eylem yalın bir protesto aksiyonu olarak kayıtlara geçerdi.
Bu toplumun genlerindeki 'haksızlığa karşı çıkma', zayıfın yanında olma refleksiyle ilk kez mi karşılaşılıyordu? İlkokulda ne öğretiyorlardı bize? Kayı Boyu Orta Asya'dan kopup gelmiş ve Anadolu'ya girmiş, bir dağın tepesinden ovaya bakmış. Güçlü bir ordu, zayıf bir orduyu perişan etmek üzere. Kayı Boyu hemen zayıftan yana savaşa girmiş. Kuvvetli olan Bizans, zayıf olan ise Selçuklu imiş. 'Efsane'ye göre Selçuklu, daha sonra Osmanlı İmparatorluğu'nu kuracak olan Kayı Boyu'nun Söğüt civarına yerleştirilmesini sağlayarak, mazlumdan yana bu davranışı ödüllendirmiş.
'Göz o ki dağın arkasını göre, akıl o ki başına geleceği bile' sözü bizden başka kime ait olabilirdi ki? İki üç yüz kişi Gezi Parkı'nda çadırlarının önünde sessiz sakin protestolarını yapıp, müzik çalıp kitaplarını okurken zabıta destekli polis ekipleriyle baskın yapıp, karşı çıkan protestoculara biber gazı sıkılacağına, Vali veya Belediye Başkanı kalkıp da şöyle deseydi ne olurdu sanki:
'Arkadaşlar, İstanbul halkının arzusu hilafına burada sizden gizli hiçbir şey yapılamaz. Biz size otobüslerin rengini, vapurların biçimini bile sormuşuz. Bunu neden sormayalım?'
Kontrolü daha sıkı tutmak ve her türlü şiddet ihtimaline karşı tedbirli olmak istiyorlarsa, grubu uzaktan polis çemberiyle izleyebilirlerdi. Kendimizi emniyet güçlerinin yerine koymaya da gerek yok. Bu işin teorisini pratiğini herhalde okullarında öğrenmişlerdir.
Kırılma noktası işte o öğrenilenlerin uygulanmadığı anda oldu. Sonrası, genlerdeki bilginin ve yıllara yayılmış olan birikimin patlamasıdır...
Üç: Twitter'ı ve kullanıcılarını doğru 'okuyamadılar'. Okusalardı, basit bir veri anlamlandırma (data mining) sürecini yönetselerdi, sosyal medya ortamında karşılaştıkları profilin çoğunluğunun tahmin ettiklerinin tersine, herhangi bir siyasi parti ve liderin arkasından gitmeyen, marjinallikle ilgisi olmayan, kentli, hayli iyi eğitimli, çeşitli yaş gruplarından, vicdan ve aklının sesini dinleyen, dinamik insanlar olduğunu görebilirlerdi.
Ahmet Davutoğlu'nun sıralamasında ilk üç basamağı atlayarak, yani (Tasvir, Açıklama, Anlama) doğrudan dördüncü basamağa (yani Anlamlandırma'ya) sıçradıkları için 'Yönlendirme' (Beşinci basamak) konusunda zaafa uğradılar. Bu kitlenin içinde acaba yüzde kaçı, kendisi ya da ailesi son seçimlerde AK Parti'ye oy vermişti? Bütün bu analizi yapmak ve verileri okumak basit bir veri yorumlama (data mining) programıyla bile hallolabilirdi.
Tabii ki kitlenin içinde düşük bir oranda da olsa marjinal gruplar vardı; ancak buradan yola çıkıp bütün kitleyi ve twitter ortamını yerden yere çalmak ciddi bir iletişim kazasıydı.
Dört: Her ortamda ifade ettiğimiz gibi Başbakan Erdoğan iletişimi en iyi yöneten liderlerin başında gelir. Ancak sinirlendiği ve seçilmiş davranış sergileyemediği durumlarda kendi krizini yaratma konusunda da hayli mahir olduğu bilinmektedir. Her zaman için mi geçerlidir bu durum? Hayır. Mesela Davos'ta sinirlendiği zaman alkışlamıştık. 'One minute!' davranışının bile planlı programlı olduğunu düşünmek istemiştik. Başbakan'ın bu durumu doğru okuyup iletişim kazalarına daha fazla neden olmadan olayı asıl yönetmesi gereken kişileri sahneye devretmesini bekleyenlere biz de katılıyoruz.
Beş: Bütün bu eylemlerin sonunda bir bilanço çıkarılacak olunursa en çok kaybeden tarafın medya ve medya mensupları olduğunu söylemek herhalde abartı olmazdı. Bütün itibar araştırmalarında son sıralarda yer alan medya susarak, hem kendilerine talimat verilmiş algısı yarattıkları için Başbakan'ı ve kendilerini daha da zor durumda bıraktı, hem de durduk yerde eylemlerin odak noktası haline geldi. Medya haber alma özgürlüğüne yanıt veremeyince hepsi birer yurttaş gazeteci olarak kendini konumlamış olan gençler, dakikada ortalama 3-4 bin tweet atmayacaktı da ne yapacaktı?
Ortada bir kriz var mı? Her zamanki yerden bakarak bu soruyu yanıtlamaya çalışalım: Hasar varsa kriz de var demektir ve kriz, hasarın büyüklüğü ile düz orantılıdır.
Elimizde ölçümlenmiş sonuçlar yok. Ancak tahmin ediyoruz ki hem Başbakan, hem AK Parti, hem yerel yönetimler, hem polis, hem de sınavı verememiş olan medya ve bazı özel kuruluşların algı düzeyindeki hasarları büyüktür. En azından istedikleri algılanma boyutunda ve niteliğinde sorun vardır.
Tekrarlayalım: İletişimin başarılı olup olmadığının tek bir göstergesi bulunur: İstenilen sonuçlara ulaşmak.
Bu sonuçları kabulleniyor ve benimsiyor musunuz?