Adalet neyin temelidir? 05.03.2013
İstanbul Erkek Liseliler Vakfı'nın tarihi toplantılarından biriydi. Bu hafta başında Galatasaray Lisesi'nin (bir tür kıyas, nirengi noktasıdır bizim okul için) tam karşısındaki çok iyi yönetilen tesislerin salonu tıklım tıklım doluydu. Yeni bir eğitim girişimi için karar alınacaktı. Büyük bir ittifakla da alındı karar. Ancak bunda Başkan Doç. Dr. Ata Anıl ve yönetim ekibinin ciddi ön çalışmasının etkisi büyüktür. Bir de benim sınıf arkadaşım Prof. Dr. Cengiz Erdamar'ın kısa ve çok etkili konuşması…
Erdamar dünyanın değiştiğinden söz etti ve bizlerin de dünya görüşlerimizi, fikriyatımızı, kültür ve değer sistemimizi bu değişimle uyumlu hale getirip yeniden kalibre etmemiz gerektiğine vurgu yaptı. Sıradan gibi görünen bu tespiti, en az geleceği kadar geçmişiyle övünen, değişmemeyi de bir matah sayan, 129 yıllık bir okulun mezunları karşısında yapmak, yürek ister…
'Kemikleşmiş yargıları' sorgulamak da yürek ister. Hele de bizde…
Enis Batur yazmış: 'Lord Byron, İngiltere'nin iki güçlü kabileden oluştuğunu söylermiş: Canısıkılanlar ve can sıkanlar'.
Her iki gruba da dahil edebileceğiniz şairimiz Ataol Behramoğlu, 'Adalet mülkün temelidir' kavramına 'bakmış'… 'Buradaki 'mülk' kavramı, ülke, ülkeye ve devlete ait olan her şey demektir…' demiş…
Buyurun…
'Adalet mülkün temelidir' derken, 'mülk'ten kastedilenin 'devlet, egemenlik' olduğunu bilirdik. Yazısının ekseninde ve başlığında yer alan 'Adalet zulmün temelidir' ifadesi de her görüş gibi muhterem bir tespittir tabii ki. Adaletin zulüm makinesine dönüştüğü yolunda verdiği örneklere siyasi tarihimizde mebzul miktarda rastlamak mümkündür, ayrıca.
Rövanşlar alına alına gelinen noktada demokrasiyi talep edenlerin dönüşüm süreçlerini gayet iyi izlemeleri ve tahlil etmelerini bekleyenler ya da umanlar ise her döneme özgü muhalefetin, 'kendi içine katlanarak realiteden kopuk tuhaf bir dünya içine' kendi kendilerini hapsettiğini görmekten yoruldular.
Çözüm sürecinde basına sızdırılan görüşme tutanağıyla ilgili olarak iktidar sessiz kaldığında 'Sus pus oldular; erkeksen çık meydana açıkla' diyen ve ertesi gün Başbakan konuyla ilgili hayli sert bir konuşma yaptığında da 'Suçluların telaşı içindeler' diyebilecek kadar kendi içinde tutarlılığı tartışılan bir muhalefet, kendisinden ne istediğinin farkında mıdır acaba?
Halka sırtını dayamış AK Parti ve liderinin 'Apo'nun vaatlerine' ihtiyacı olup olmadığını bile aklına getirmeyen bir muhalefet!
Korkulması gereken şey, rövanşist yaklaşımların sadece iktidar değil, muhalefet içinde de diri tutulmaya çalışılmasıdır. Demokrasi kimsenin derdi ve talebi değilse, hâla bazıları için 'ittifak oluşturmak' ile 'teslim olmak' aynı anlama geliyorsa, adalet mekanizmalarının sağlıklı işlemesini mecbur kılacak Anayasa'dan da bir beklentiniz yoksa, nasıl inandırıcı olabilirsiniz ki?
Herhangi bir karşı fikir, proje ortaya koymadan sadece itiraz etmenin kökeninde, Profesör Cengiz Erdamar'ın işaret ettiği değişim supleksi eksikliğinden 'mütevellit' bir kireçlenme yatıyor olmasın?
Bırakın 'üretiminiz' sizin için konuşsun
Zaman zaman takdirle izlediğim, tiyatro ve sinema sanatçısı Uğur Polat, demiş ki:
'Bazı oyuncular kendilerini izlemeyi çok sever. Hatta bu durumu abartırlar da. Her yerde görünmek isterler. Ben televizyonda her hafta bir dizide görünmekten mahçup oluyorum mesela.'
Röportajı yapan Ezgi Atabilen'Mahcup mu?' diye sormuş. Belli ki biraz şaşırmış. Konuştuğu kişi bilim adamı ya da ne bileyim edebiyatçı falan değil ki… Popüler kültürün içinden; kariyeri tanınma ve beğeni puanlarına bağlı biri… Uğur Polat Bey'in yanıtı şöyle:
'Böyle ilgi, alâka, 'fotoğraf çekinelim' falan… O tarz şeyleri pek sevmiyorum. İşin o kısmını yani.'
Ezgi hanım şu cümleyle anlamaya çalışıyor Uğur Bey'i:
'Tiyatro disiplininden gelmekle ilgili sanırım.'
'Biraz ondan' diyor Uğur Polat Bey ve röportajın devamında 30 film, yüzlerce bölüm dizide rol aldığını ifade ediyor ve ekliyor: 'Ama hâlâ bir mahcubiyetim var o konuda. Sokakta kafam önümde yürüyorum mesela'.
Bu vesileyle 'algılama yönetimi' açısından önemli sayılabilecek bir 'iletişim kuralı'ndan söz edelim:
İki kişi baş başa olsanız da, kalabalıklar içinde konuşsanız da, kendinizi tarif etmeniz, her zaman bir riski de beraberinde getirir. 'Şöyleyim, böyleyim. Çabuk öfkelenir, çabuk affederim. Çok duygusalım. Çok merhametliyim. Zeki olduğumu söylerler. Ben bunu yazmıştım, söylemiştim, Çok mütevaziyim. Yıllarımı verdim bu konuya vb.' Bu liste uzar, gazetenin tüm sayfalarını kaplayabilir…
İnsanın ürettiğini, işini değil kendini tarif etmesinin genellikle karşı tarafça özgüven eksikliği olarak algılandığını hatırlatalım. Gerisi sizin kararınız…
Erdamar dünyanın değiştiğinden söz etti ve bizlerin de dünya görüşlerimizi, fikriyatımızı, kültür ve değer sistemimizi bu değişimle uyumlu hale getirip yeniden kalibre etmemiz gerektiğine vurgu yaptı. Sıradan gibi görünen bu tespiti, en az geleceği kadar geçmişiyle övünen, değişmemeyi de bir matah sayan, 129 yıllık bir okulun mezunları karşısında yapmak, yürek ister…
'Kemikleşmiş yargıları' sorgulamak da yürek ister. Hele de bizde…
Enis Batur yazmış: 'Lord Byron, İngiltere'nin iki güçlü kabileden oluştuğunu söylermiş: Canısıkılanlar ve can sıkanlar'.
Her iki gruba da dahil edebileceğiniz şairimiz Ataol Behramoğlu, 'Adalet mülkün temelidir' kavramına 'bakmış'… 'Buradaki 'mülk' kavramı, ülke, ülkeye ve devlete ait olan her şey demektir…' demiş…
Buyurun…
'Adalet mülkün temelidir' derken, 'mülk'ten kastedilenin 'devlet, egemenlik' olduğunu bilirdik. Yazısının ekseninde ve başlığında yer alan 'Adalet zulmün temelidir' ifadesi de her görüş gibi muhterem bir tespittir tabii ki. Adaletin zulüm makinesine dönüştüğü yolunda verdiği örneklere siyasi tarihimizde mebzul miktarda rastlamak mümkündür, ayrıca.
Rövanşlar alına alına gelinen noktada demokrasiyi talep edenlerin dönüşüm süreçlerini gayet iyi izlemeleri ve tahlil etmelerini bekleyenler ya da umanlar ise her döneme özgü muhalefetin, 'kendi içine katlanarak realiteden kopuk tuhaf bir dünya içine' kendi kendilerini hapsettiğini görmekten yoruldular.
Çözüm sürecinde basına sızdırılan görüşme tutanağıyla ilgili olarak iktidar sessiz kaldığında 'Sus pus oldular; erkeksen çık meydana açıkla' diyen ve ertesi gün Başbakan konuyla ilgili hayli sert bir konuşma yaptığında da 'Suçluların telaşı içindeler' diyebilecek kadar kendi içinde tutarlılığı tartışılan bir muhalefet, kendisinden ne istediğinin farkında mıdır acaba?
Halka sırtını dayamış AK Parti ve liderinin 'Apo'nun vaatlerine' ihtiyacı olup olmadığını bile aklına getirmeyen bir muhalefet!
Korkulması gereken şey, rövanşist yaklaşımların sadece iktidar değil, muhalefet içinde de diri tutulmaya çalışılmasıdır. Demokrasi kimsenin derdi ve talebi değilse, hâla bazıları için 'ittifak oluşturmak' ile 'teslim olmak' aynı anlama geliyorsa, adalet mekanizmalarının sağlıklı işlemesini mecbur kılacak Anayasa'dan da bir beklentiniz yoksa, nasıl inandırıcı olabilirsiniz ki?
Herhangi bir karşı fikir, proje ortaya koymadan sadece itiraz etmenin kökeninde, Profesör Cengiz Erdamar'ın işaret ettiği değişim supleksi eksikliğinden 'mütevellit' bir kireçlenme yatıyor olmasın?
Bırakın 'üretiminiz' sizin için konuşsun
Zaman zaman takdirle izlediğim, tiyatro ve sinema sanatçısı Uğur Polat, demiş ki:
'Bazı oyuncular kendilerini izlemeyi çok sever. Hatta bu durumu abartırlar da. Her yerde görünmek isterler. Ben televizyonda her hafta bir dizide görünmekten mahçup oluyorum mesela.'
Röportajı yapan Ezgi Atabilen'Mahcup mu?' diye sormuş. Belli ki biraz şaşırmış. Konuştuğu kişi bilim adamı ya da ne bileyim edebiyatçı falan değil ki… Popüler kültürün içinden; kariyeri tanınma ve beğeni puanlarına bağlı biri… Uğur Polat Bey'in yanıtı şöyle:
'Böyle ilgi, alâka, 'fotoğraf çekinelim' falan… O tarz şeyleri pek sevmiyorum. İşin o kısmını yani.'
Ezgi hanım şu cümleyle anlamaya çalışıyor Uğur Bey'i:
'Tiyatro disiplininden gelmekle ilgili sanırım.'
'Biraz ondan' diyor Uğur Polat Bey ve röportajın devamında 30 film, yüzlerce bölüm dizide rol aldığını ifade ediyor ve ekliyor: 'Ama hâlâ bir mahcubiyetim var o konuda. Sokakta kafam önümde yürüyorum mesela'.
Bu vesileyle 'algılama yönetimi' açısından önemli sayılabilecek bir 'iletişim kuralı'ndan söz edelim:
İki kişi baş başa olsanız da, kalabalıklar içinde konuşsanız da, kendinizi tarif etmeniz, her zaman bir riski de beraberinde getirir. 'Şöyleyim, böyleyim. Çabuk öfkelenir, çabuk affederim. Çok duygusalım. Çok merhametliyim. Zeki olduğumu söylerler. Ben bunu yazmıştım, söylemiştim, Çok mütevaziyim. Yıllarımı verdim bu konuya vb.' Bu liste uzar, gazetenin tüm sayfalarını kaplayabilir…
İnsanın ürettiğini, işini değil kendini tarif etmesinin genellikle karşı tarafça özgüven eksikliği olarak algılandığını hatırlatalım. Gerisi sizin kararınız…