Akparti''''yi iktidara getiren hizmet değil ''''mana''''dır 02.04.2013
Yıllarca toz duman içinde yaşamaya mahkum edilmiş olan ve pisliğin kol gezdiği İstanbul'un yeşil üzerine binbir çeşit capcanlı renk tonuyla güzelleştiğine, çiçeklerle bir cennet bahçesine dönüştüğüne her tanık oluşumda, nedense aklıma eski belediye başkanlarımızdan biriyle tam da bu konuda yaptığımız sohbet gelir.
Yapılan iş kadar iletişimine de önem verilmediğinde insanların hizmete yaklaşımının 'Ne olmuş ki? Zaten görevi değil mi?' aldırmazlığına dönüştüğünü anlatmaya çalışmıştım. Belki biraz da aynı aldırmazlıkla beni dinleyip 'Merak etmeyin, bu konuda yüzde 80'e varan toplum desteğim var arkamda' dediğini bugün gibi hatırlıyorum.
İstanbul bile yeşile, güzele alıştı artık. Olay, 'hizmet manasından' çoktan uzaklaşmış, default (fabrika çıkışı) algıya dönüşmüştür.
Peki, bu olağanüstü hizmet sonucunda doğaya duyarlı bir belediye algısının yerleştiğini söylemek mümkün müdür? Tabii ki hayır.
Burada defalarca dile getirdiğimiz gibi AK Parti'yi iktidara getiren hizmet değil mana olmuştur. Verilen hizmeti sahip olduğu mana derinliğiyle birlikte anlatamazsanız, İstanbul'a yapılan çimen ve çiçek yatırımının manada, felsefi karşılığını veremezseniz, sizi sadece toprak kazıp eken işçi yerine koyup, 'Görevidir; elbette yapacak' diye dudak büken, ya da 'Onca insan işsiz, parasızken bu çiçeklere ne gerek var?' diye ilkel sosyalizm muhabbeti içine giren laf ebelerinin eline koz vermiş olursunuz…
Duygu boyutu eksikse, Tükiye uçamaz...
Uludağ'daki Ekonomi Zirvesi'nde Maliye Bakanı Mehmet Şimşek şöyle demiş:
'Çözüm süreci başarılı olursa, o zaman Türkiye çok farklı bir ülke olacak. Her şeyden 40-50 yıldır verimsiz şekilde kullandığımız, yani terörle mücadelede kullandığımız kaynakları, bu ülkenin beşeri sermayesinin, yani insanının eğitimine, sağlığına, altyapısına, Ar-Ge'sine ülkede istihdamın, üretimin, yatırımların desteklenmesine, ihracatın desteklenmesine kullandığımızı şöyle bir tasavvur edin bir düşünün, Türkiye uçar gider. Yani en basit rakamlarla, bu benim rakamım değil ama, konuşulan rakamlar, 300-400 milyar dolar.'
'Çözüm sürecinde' -ben 'Barış süreci' denmesinin daha doğru olduğunu düşünenlerdenim- 'gelecek vaadi'nin açık açık anlatılması gerektiğine ne kadar dikkat çeksek azdır. Ancak, yukarıda sözünü ettiğim gibi konunun çerçevesi ekonomik boyutta kalır ve manadan uzaklaşırsa sayın Bakan'ın vurguladığı şekilde Türkiye'nin 'uçması' mümkün değildir...
Sayın Bakan, bölgesel kalkınmalar arasındaki farkların da birbirlerine yakınlaşma süreci içinde olduğunu anlatırken Hakkari'deki 100 liralık bir yatırıma devletin 116 liralık destek verdiğini de hatırlatmış. Bu desteğe rağmen Hakkari terör tehdidi nedeniyle yatırımlardan nasibini almamış. Barış sürecinin ekonomik boyutunun yanı sıra asıl duygu boyutunun bu topraklarda hissediliyor olmaması, süreci baltalar, yoksa başka bir unsur değil. İşte bu sürece ayak direyen ya da yapılanı bozmak isteyenleri de durduracak olan tek güç, sürecin manasından başka bir şey değildir.
Türkiye'yi uçuran, hiçbir Batılı ülkede karşılığını bulması söz konusu bile olmayan 'manalar bütünlüğü'dür. Çiçeğinden terörüne hangi konu olursa olsun, yapılan hizmetin duygu boyutu eksik bırakıldığında, içi boşaltıldığında akıtılan alınteri 'Olması gereken buydu' ruhsuzluğuna dönüşüverir. Hizmeti hizmet yapan içine yüklediğimiz mana değil midir?
Batıda süreçler konuşur, doğuda ise insanlar
İlk iki yazının ana eksenini oluşturan 'mana'ya bir de THY perspektifinden örnekle derinlik kazandırmaya çalışalım mı?..
THY'nin kurumiçi dergisi Empathy'de 'Yer gök evimiz, ağırlamak işimiz' başlığıyla yer alan haberin kahramanı, kabin amiri Bilge Şahin Hanım... İbret dolu hikâyesi şöyle:
Altı kişilik Rahman ailesinin beş yaşındaki çocuğu Barselona dönüşünde hastalanınca tüm ekip elinden geleni yapmış. İstanbul'da ambulans hazırlansa da ailenin maddi durumunun iyi olmadığı ortaya çıkınca Bilge Hanım, inisiyatif kullanmış ve eğer THY oralı olmazsa dahi masrafları bizzat üstleneceğini yazılı bir ifade ile belirtip altını imzalamış. Hastaneyi ve gerekli yardım sistemini hazırlatmış. Gereken hizmet eksiksiz görülmüş. Hostesin üzerine vazife olmamasına rağmen…
Peki, THY Genel Müdürü Temel Kotil Bey ne yapmış? Süreçleri dinlemeyip boyunu aşan işlere kalkışan Bilge Hanım'ı azarlamamış mı? Hayır! Ona hemen sahip çıkıp kendisini ödüllendirmiş. Dergide yer alan haber – röportajda, 'Kitapta olmayanı yapabilmek' üzerine Temel Kotil'in söyledikleri, müşteri memnuniyeti örneği olarak üniversitelerde okutulacak kadar manalı mesajlarla dolu.
Malum Batıda süreçler konuşur, doğuda ise insanlar...
Bizim insanımız 'yapılması gerekenler' listesinden çok 'prosedür dışı hizmetin manası'ndan özel olarak duygulanır. Müşteri memnuniyeti de ancak 'beklentinin' yani prosedürün ötesinde davranışla karşılaşıldığında gerçekleşir…
Erdoğan korkusunu Obama'ya itiraf etmek...
Ben hiç okumamıştım romanlarını. Çevremde edebiyat dünyasından haberdar arkadaşlara sordum. 'Şebnem İşigüzel'in işleri iyidir' dediler. Herhalde iyidir.
Ancak sınıfın en çalışkan öğrencisini biz de illa ki sevmek durumunda değiliz herhalde. Şebnem Hanım hakkında pek de olumlu olmadığını itiraf etmemiz gereken fikrimiz, Taraf gazetesindeki yazısıyla birlikte oluştu …
Obama tarafından kısa süreli 'kabul ediliş' hikâyesini ve önceki tesadüfi tanışıklığını anlatan yazısında İşigüzel, 'Erdoğan'dan korktuğumu ona da itiraf ettim' diyor. Nasıl? Samimi olmasına samimi de, şaşırtıcı bir hayli…
Seksenli yılların nefes almakta zorlandığımız o karanlık yıllarında bile, Anayasa'ya olumsuz oy atmış %8'den biri olarak, Kenan Evren hakkında dönemin Amerikalı Başkanına olumsuz beyanda bulunulmasını onaylamazdım. İlkel bir yurtseverlikle falan alâkası yok. Sadece ve sadece karşımdaki devlet başkanının şahsım hakkında olumsuz düşünmesini engellemek, devlet başkanını aşağılayarak ona şirin gözükmeye çalıştığım ve kendime olan saygımı yitirdiğim algısına kapılmasını engellemek için...
Bir Amerikalı edebiyatçı, kendi ülkesinin devlet başkanı hakkında bir Türk edebiyatçı arkadaşıyla istediği gibi elbette konuşur da; aynı türden bir muhabbeti Türk Başbakanı'yla yapabileceğini aklından geçirebilir mi? El insaf…
Yapılan iş kadar iletişimine de önem verilmediğinde insanların hizmete yaklaşımının 'Ne olmuş ki? Zaten görevi değil mi?' aldırmazlığına dönüştüğünü anlatmaya çalışmıştım. Belki biraz da aynı aldırmazlıkla beni dinleyip 'Merak etmeyin, bu konuda yüzde 80'e varan toplum desteğim var arkamda' dediğini bugün gibi hatırlıyorum.
İstanbul bile yeşile, güzele alıştı artık. Olay, 'hizmet manasından' çoktan uzaklaşmış, default (fabrika çıkışı) algıya dönüşmüştür.
Peki, bu olağanüstü hizmet sonucunda doğaya duyarlı bir belediye algısının yerleştiğini söylemek mümkün müdür? Tabii ki hayır.
Burada defalarca dile getirdiğimiz gibi AK Parti'yi iktidara getiren hizmet değil mana olmuştur. Verilen hizmeti sahip olduğu mana derinliğiyle birlikte anlatamazsanız, İstanbul'a yapılan çimen ve çiçek yatırımının manada, felsefi karşılığını veremezseniz, sizi sadece toprak kazıp eken işçi yerine koyup, 'Görevidir; elbette yapacak' diye dudak büken, ya da 'Onca insan işsiz, parasızken bu çiçeklere ne gerek var?' diye ilkel sosyalizm muhabbeti içine giren laf ebelerinin eline koz vermiş olursunuz…
Duygu boyutu eksikse, Tükiye uçamaz...
Uludağ'daki Ekonomi Zirvesi'nde Maliye Bakanı Mehmet Şimşek şöyle demiş:
'Çözüm süreci başarılı olursa, o zaman Türkiye çok farklı bir ülke olacak. Her şeyden 40-50 yıldır verimsiz şekilde kullandığımız, yani terörle mücadelede kullandığımız kaynakları, bu ülkenin beşeri sermayesinin, yani insanının eğitimine, sağlığına, altyapısına, Ar-Ge'sine ülkede istihdamın, üretimin, yatırımların desteklenmesine, ihracatın desteklenmesine kullandığımızı şöyle bir tasavvur edin bir düşünün, Türkiye uçar gider. Yani en basit rakamlarla, bu benim rakamım değil ama, konuşulan rakamlar, 300-400 milyar dolar.'
'Çözüm sürecinde' -ben 'Barış süreci' denmesinin daha doğru olduğunu düşünenlerdenim- 'gelecek vaadi'nin açık açık anlatılması gerektiğine ne kadar dikkat çeksek azdır. Ancak, yukarıda sözünü ettiğim gibi konunun çerçevesi ekonomik boyutta kalır ve manadan uzaklaşırsa sayın Bakan'ın vurguladığı şekilde Türkiye'nin 'uçması' mümkün değildir...
Sayın Bakan, bölgesel kalkınmalar arasındaki farkların da birbirlerine yakınlaşma süreci içinde olduğunu anlatırken Hakkari'deki 100 liralık bir yatırıma devletin 116 liralık destek verdiğini de hatırlatmış. Bu desteğe rağmen Hakkari terör tehdidi nedeniyle yatırımlardan nasibini almamış. Barış sürecinin ekonomik boyutunun yanı sıra asıl duygu boyutunun bu topraklarda hissediliyor olmaması, süreci baltalar, yoksa başka bir unsur değil. İşte bu sürece ayak direyen ya da yapılanı bozmak isteyenleri de durduracak olan tek güç, sürecin manasından başka bir şey değildir.
Türkiye'yi uçuran, hiçbir Batılı ülkede karşılığını bulması söz konusu bile olmayan 'manalar bütünlüğü'dür. Çiçeğinden terörüne hangi konu olursa olsun, yapılan hizmetin duygu boyutu eksik bırakıldığında, içi boşaltıldığında akıtılan alınteri 'Olması gereken buydu' ruhsuzluğuna dönüşüverir. Hizmeti hizmet yapan içine yüklediğimiz mana değil midir?
Batıda süreçler konuşur, doğuda ise insanlar
İlk iki yazının ana eksenini oluşturan 'mana'ya bir de THY perspektifinden örnekle derinlik kazandırmaya çalışalım mı?..
THY'nin kurumiçi dergisi Empathy'de 'Yer gök evimiz, ağırlamak işimiz' başlığıyla yer alan haberin kahramanı, kabin amiri Bilge Şahin Hanım... İbret dolu hikâyesi şöyle:
Altı kişilik Rahman ailesinin beş yaşındaki çocuğu Barselona dönüşünde hastalanınca tüm ekip elinden geleni yapmış. İstanbul'da ambulans hazırlansa da ailenin maddi durumunun iyi olmadığı ortaya çıkınca Bilge Hanım, inisiyatif kullanmış ve eğer THY oralı olmazsa dahi masrafları bizzat üstleneceğini yazılı bir ifade ile belirtip altını imzalamış. Hastaneyi ve gerekli yardım sistemini hazırlatmış. Gereken hizmet eksiksiz görülmüş. Hostesin üzerine vazife olmamasına rağmen…
Peki, THY Genel Müdürü Temel Kotil Bey ne yapmış? Süreçleri dinlemeyip boyunu aşan işlere kalkışan Bilge Hanım'ı azarlamamış mı? Hayır! Ona hemen sahip çıkıp kendisini ödüllendirmiş. Dergide yer alan haber – röportajda, 'Kitapta olmayanı yapabilmek' üzerine Temel Kotil'in söyledikleri, müşteri memnuniyeti örneği olarak üniversitelerde okutulacak kadar manalı mesajlarla dolu.
Malum Batıda süreçler konuşur, doğuda ise insanlar...
Bizim insanımız 'yapılması gerekenler' listesinden çok 'prosedür dışı hizmetin manası'ndan özel olarak duygulanır. Müşteri memnuniyeti de ancak 'beklentinin' yani prosedürün ötesinde davranışla karşılaşıldığında gerçekleşir…
Erdoğan korkusunu Obama'ya itiraf etmek...
Ben hiç okumamıştım romanlarını. Çevremde edebiyat dünyasından haberdar arkadaşlara sordum. 'Şebnem İşigüzel'in işleri iyidir' dediler. Herhalde iyidir.
Ancak sınıfın en çalışkan öğrencisini biz de illa ki sevmek durumunda değiliz herhalde. Şebnem Hanım hakkında pek de olumlu olmadığını itiraf etmemiz gereken fikrimiz, Taraf gazetesindeki yazısıyla birlikte oluştu …
Obama tarafından kısa süreli 'kabul ediliş' hikâyesini ve önceki tesadüfi tanışıklığını anlatan yazısında İşigüzel, 'Erdoğan'dan korktuğumu ona da itiraf ettim' diyor. Nasıl? Samimi olmasına samimi de, şaşırtıcı bir hayli…
Seksenli yılların nefes almakta zorlandığımız o karanlık yıllarında bile, Anayasa'ya olumsuz oy atmış %8'den biri olarak, Kenan Evren hakkında dönemin Amerikalı Başkanına olumsuz beyanda bulunulmasını onaylamazdım. İlkel bir yurtseverlikle falan alâkası yok. Sadece ve sadece karşımdaki devlet başkanının şahsım hakkında olumsuz düşünmesini engellemek, devlet başkanını aşağılayarak ona şirin gözükmeye çalıştığım ve kendime olan saygımı yitirdiğim algısına kapılmasını engellemek için...
Bir Amerikalı edebiyatçı, kendi ülkesinin devlet başkanı hakkında bir Türk edebiyatçı arkadaşıyla istediği gibi elbette konuşur da; aynı türden bir muhabbeti Türk Başbakanı'yla yapabileceğini aklından geçirebilir mi? El insaf…