" Bir ihtimal daha var..."
11 Haziran 2013 - Yeni Şafak Gazetesi
Soyut bir tarafsızlıktan söz etmiyorum… 'Red ve kabül'ü ya da tersini, 'kabül ve reddi'; yani birisini ya da bir oluşumu 'beğenirken eleştirmek', ya da 'eleştirirken beğendiğiniz tarafları' dile getirmek, yani diyalektiğin bizzat kendisini bir yaşam kültürü olarak benimsemek dünyanın en zor işidir… Çünkü bütün sistemler dünyada daha düşük enerji seviyelerine doğru akarlar ve 'taraf olmak' daha düşük bir enerji düzeyi gereksinir.
Bir fikir sahibi olmak da bir diyalektik olgudur; onun için de fikir sahibi olanların, 'duygularıyla taraf olanlara' oranla çok daha fazla 'agresyon' almaları doğaldır.
Cüneyt Özdemir demiş ki, 'Ne yazarsam yazayım %50 oranında saldırı alıyorum!'… Doğaldır, ilk günden itibaren gereken 'taraf tavrını' sergilemediği için her türden küfür kıyameti hak ettiği düşünülmüştür.
Başbakan mizacı gereği üslubunu değiştirmiyor. Hep böyleydi. Beğenin beğenmeyin, ama hep böyleydi. Bu tutumuyla kazandı tüm seçimleri. Onun için de 'geri adım' olarak görülebilecek bir ifade kullanmamaya özellikle dikkat ediyor. Ancak son konuşmasında bir 'ihtimal'in kapısını açık bıraktı. 'Yollayın temsilcilerinizi konuşalım' dedi… Bu içinde bulunduğumuz durum açısından bakıldığında bir olanaktır.
Ancak kim gidecek Başbakan'a? Kim temsil edecek bu arkadaşları? Bir ülke için en tehlikeli üç durum biraraya gelmiş gibi: 1. Bir güç odağı olarak biraraya gelmiş olan muhalif görüşlerin Parlamentoda temsil edilmiyor olması; 2. Bu odağın ortak bir siyasi görüş ve somut talepler konusunda birleşememesi; 3. Kendilerine iktidar tarafından da 'masum' denilen bu çekirdek grubun, diğer muhalefet odaklarından özellikle şiddet yanlısı tarafların ve dış oyunların oyuncağı haline gelmek istemediklerine dair ikna edici bir iletişim sürecini yönetmek durumunda da olmayışları...
Yazıyı rahmetli Halit Refiğ üstadın, İstanbul'da iki sinagog ve iki İngiliz hedefinin vurulduğu dönemde (2003) yayınlanan 'Terörün Arkasında Kim Var?' kapak konulu NPQ Türkiye Özel Sayısında (cilt:5) 'Batı'nın Terör Oyunu' adlı makalesinin finaliyle bitirelim:
'Türk, Türkün ne olacağı konusunda Batının kendi zihninde yarattığı görüntüye bir türlü uymayarak Batılıyı hep şaşırtmıştır, diyen Türkiye uzmanı, büyük İngiliz tarihçi Arnold Toynbee gene haklı çıkmıştı. Anlaşılan biz Batı ile dalaşıp oynaşmaya öylesine alışmışız ki, hiç bıkmıyoruz. Terör falan vız geliyor. Bu oyun da tutmadığında Batı'nın bizimle didişmek için yeni buluşları bakalım ne olacak? Ya da günün birinde nefesi kesilip bizleri oyunsuz mu bırakacak?'
Fazla olan yanlıştır!.. (2)
Şirin Payzın'ın 'Ne Oluyor?' adlı programına birlikte katıldığımız psikiyatr Prof. Dr. Tarık Yılmaz dedi ki: 'Bir insanı dinlerken 'Ne söylüyor?' diye değil, 'Hangi taraftan?' diye bakıyoruz.'
Barışçıl amaçlarla başlayan ve hükümetin de kabullendiği gibi 'orantısız güçle' bastırılmaya çalışılan bir hareketin meydan okumaya dönüşmesi, Başbakan'ın da meydan okuyanlara meydan okumasıyla gelişen toplumsal olaylara 'Fazla olan yanlıştır' ölçüsüyle bakan bir iletişimci olarak, realiteyle bağın koparılmaması konusundaki ısrarımızı tekrarlamakta yarar var.
Kriz iletişimini yönetecek kadroların, sahaya çıkarak, 'mutabakat'ın sağlanması ya da ülke geleceğinde çok önemli rolü olan başta ekonominin güçlendirilmesi ve 'Barış Süreci' olmak üzere pek çok büyük meselenin zarar görmemesi için şiddete bulaşmamış muhalefetle diyalog yollarını bulması, hasarı minimize etmesi gerekmektedir.
Sonuçta herkesin kendisini kazanmış hissedebileceği bir politik ortamda ne yazık ki değiliz ve ortalıkta da sağlıklı analizler yerine sağlıksız polemiklere tanık olmaktan ötürü kendisini kötü hisseden çok sayıda 'düşünen' insan var.
Başbakanın Ankara'daki beş durakta yaptığı mitinglerde kendisini kucaklayan halka anlattığı Gezi Parkı şikayetlerinde, sorunu 'faiz lobisi' ve bu hareketi çıkış amacından başka mecralara akıtmak istediğini düşündüğü iş dünyasına çattığını görmemek için kör olmak lazımdı.
Pazar günü TV8'de yayımlanan Selahattin Sadıkoğlu'nun 'Her Pazar Açıkça' adlı programında konuşan TESEV Başkanı Can Paker ve Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) uzmanı Dr. Murat Yılmaz'ın söyledikleri, olan biteni anlamak açısından özellikle kayda değer saptamalardı.
Kendilerini 'Hangi taraftan?' sorusundan çok 'Ne dediler?' sorusuyla dinleyenler için, bu büyük restleşmedeki çıkış noktalarını da içinde taşıyan bu ekran sohbetinde, kanıtlarını bilmediğimiz için pek çoğumuzun anlamaya gayret ettiğimiz 'Faiz lobisi' değerlendirildi. Gezi Parkı'ndaki toplumsal muhalefeti başka mecralara kaydırmak isteyen bir iş çevresinin, özellikle Anadolu Burjuvazisi'nin yükselen gelişimine engel olma arzusuyla çıkışlar yaptığı ifade edildi. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra merkez burjuvazinin de zenginleştiğini, ancak artık siyasi güçlerinin olmadığına işaret edildi.
Bu arada Can Paker'in bir yakınının verdiği örnekten yola çıkarak iş dünyasındaki Merkez / Anadolu arasındaki ayrımın gündelik hayattaki duygusal yansımasını gösteren sözlerini, çok çarpıcı bulduğum için aktarmak isterim: 'Normal başörtüsüne karşı değiliz; biz türbana karşıyız, diyenler aslında şunu söylemek istiyorlar: Hizmetçi olmasına karşı değiliz, hanım olmasına karşıyız.'
Olup bitenlere ekonomi ya da sınıfsal açıdan bakanların görmeleri gereken saptamalar bunlar. Ben ise iletişim açısından duruma baktığımda elbette iş dünyasındaki itişip kakışmanın bu memleketin geleceğine getireceği siyasi istikrarsızlığın altını çizmek durumunda hissediyorum kendimi. Vahşi kapitalizmin krizlerden beslendiğini ve bu kıran kırana mücadelenin ABD ve Avrupa'ya neler yaptığının gözden kaçırılmaması gerektiğine işaret etmek istiyorum.
15 Haziran'da yayımlanacak olan Marketing Türkiye dergisi için yazdığım yazıda ifade ettiğim gibi 'İş dünyası nezle olduğunda iletişim dünyasının zatürree olacağını' da bir kez de bu sütunlarda ifade etmek isterim.
Türk Baharı'nın 3 Kasım 2002 seçimleriyle geldiğini söyleyen Başbakan bu tespitini yabana atmamak gerekir. ABD ve Avrupa'dan gelen küresel finans krizi dalgalarından kendisini korumayı başarmasında da bu büyük dönüşümün etkisi tartışılamaz herhalde.
Tansiyonu düşürmek, iktidarın görevidir ve Sayın Başbakan, bizzat şahsına yönelik bir tehdit algısı olarak değerlendirdiği bu (parlamento dışı) muhalefetin sonucunda ortaya çıkan krizin siyasi istikrara evrilmesini sağlayabilmek için kurmaylarıyla istişare etmeye devam etmelidir. Pazarlık yapmakla mutabakat aramak arasındaki farkı çok iyi bilen kurmayları, kriz iletişimini demokratik zeminde meşruiyet içinde yöneteceklerdir. 'Endişeli modern' olarak tanımlanan kesimin kaygılarının 'kabuslara' dönüşmemesinin teminatı da, sağlıklı yönetilecek bu kriz iletişimi değil midir?
Önceki günkü Ankara konuşmalarında 'tavizsizlik' ses tonuyla konuşsa da Sayın Başbakan, bundan sonra çevreyle, kültürle meselesi olan herkese başvurabilecekleri adresleri de göstermiş bulunmaktadır. Bu nedenle, bir önceki yazımda ifade ettiğim gibi iletişimi ortadan kaldırmaya hizmet edecek tutumları kişinin bizzat kendisinde ölçmesini sağlayabilecek 'Fazla olan yanlıştır' ilkesini bir kez daha herkesin gözden geçirmesinde fayda vardır.
Soyut bir tarafsızlıktan söz etmiyorum… 'Red ve kabül'ü ya da tersini, 'kabül ve reddi'; yani birisini ya da bir oluşumu 'beğenirken eleştirmek', ya da 'eleştirirken beğendiğiniz tarafları' dile getirmek, yani diyalektiğin bizzat kendisini bir yaşam kültürü olarak benimsemek dünyanın en zor işidir… Çünkü bütün sistemler dünyada daha düşük enerji seviyelerine doğru akarlar ve 'taraf olmak' daha düşük bir enerji düzeyi gereksinir.
Bir fikir sahibi olmak da bir diyalektik olgudur; onun için de fikir sahibi olanların, 'duygularıyla taraf olanlara' oranla çok daha fazla 'agresyon' almaları doğaldır.
Cüneyt Özdemir demiş ki, 'Ne yazarsam yazayım %50 oranında saldırı alıyorum!'… Doğaldır, ilk günden itibaren gereken 'taraf tavrını' sergilemediği için her türden küfür kıyameti hak ettiği düşünülmüştür.
Başbakan mizacı gereği üslubunu değiştirmiyor. Hep böyleydi. Beğenin beğenmeyin, ama hep böyleydi. Bu tutumuyla kazandı tüm seçimleri. Onun için de 'geri adım' olarak görülebilecek bir ifade kullanmamaya özellikle dikkat ediyor. Ancak son konuşmasında bir 'ihtimal'in kapısını açık bıraktı. 'Yollayın temsilcilerinizi konuşalım' dedi… Bu içinde bulunduğumuz durum açısından bakıldığında bir olanaktır.
Ancak kim gidecek Başbakan'a? Kim temsil edecek bu arkadaşları? Bir ülke için en tehlikeli üç durum biraraya gelmiş gibi: 1. Bir güç odağı olarak biraraya gelmiş olan muhalif görüşlerin Parlamentoda temsil edilmiyor olması; 2. Bu odağın ortak bir siyasi görüş ve somut talepler konusunda birleşememesi; 3. Kendilerine iktidar tarafından da 'masum' denilen bu çekirdek grubun, diğer muhalefet odaklarından özellikle şiddet yanlısı tarafların ve dış oyunların oyuncağı haline gelmek istemediklerine dair ikna edici bir iletişim sürecini yönetmek durumunda da olmayışları...
Yazıyı rahmetli Halit Refiğ üstadın, İstanbul'da iki sinagog ve iki İngiliz hedefinin vurulduğu dönemde (2003) yayınlanan 'Terörün Arkasında Kim Var?' kapak konulu NPQ Türkiye Özel Sayısında (cilt:5) 'Batı'nın Terör Oyunu' adlı makalesinin finaliyle bitirelim:
'Türk, Türkün ne olacağı konusunda Batının kendi zihninde yarattığı görüntüye bir türlü uymayarak Batılıyı hep şaşırtmıştır, diyen Türkiye uzmanı, büyük İngiliz tarihçi Arnold Toynbee gene haklı çıkmıştı. Anlaşılan biz Batı ile dalaşıp oynaşmaya öylesine alışmışız ki, hiç bıkmıyoruz. Terör falan vız geliyor. Bu oyun da tutmadığında Batı'nın bizimle didişmek için yeni buluşları bakalım ne olacak? Ya da günün birinde nefesi kesilip bizleri oyunsuz mu bırakacak?'
Fazla olan yanlıştır!.. (2)
Şirin Payzın'ın 'Ne Oluyor?' adlı programına birlikte katıldığımız psikiyatr Prof. Dr. Tarık Yılmaz dedi ki: 'Bir insanı dinlerken 'Ne söylüyor?' diye değil, 'Hangi taraftan?' diye bakıyoruz.'
Barışçıl amaçlarla başlayan ve hükümetin de kabullendiği gibi 'orantısız güçle' bastırılmaya çalışılan bir hareketin meydan okumaya dönüşmesi, Başbakan'ın da meydan okuyanlara meydan okumasıyla gelişen toplumsal olaylara 'Fazla olan yanlıştır' ölçüsüyle bakan bir iletişimci olarak, realiteyle bağın koparılmaması konusundaki ısrarımızı tekrarlamakta yarar var.
Kriz iletişimini yönetecek kadroların, sahaya çıkarak, 'mutabakat'ın sağlanması ya da ülke geleceğinde çok önemli rolü olan başta ekonominin güçlendirilmesi ve 'Barış Süreci' olmak üzere pek çok büyük meselenin zarar görmemesi için şiddete bulaşmamış muhalefetle diyalog yollarını bulması, hasarı minimize etmesi gerekmektedir.
Sonuçta herkesin kendisini kazanmış hissedebileceği bir politik ortamda ne yazık ki değiliz ve ortalıkta da sağlıklı analizler yerine sağlıksız polemiklere tanık olmaktan ötürü kendisini kötü hisseden çok sayıda 'düşünen' insan var.
Başbakanın Ankara'daki beş durakta yaptığı mitinglerde kendisini kucaklayan halka anlattığı Gezi Parkı şikayetlerinde, sorunu 'faiz lobisi' ve bu hareketi çıkış amacından başka mecralara akıtmak istediğini düşündüğü iş dünyasına çattığını görmemek için kör olmak lazımdı.
Pazar günü TV8'de yayımlanan Selahattin Sadıkoğlu'nun 'Her Pazar Açıkça' adlı programında konuşan TESEV Başkanı Can Paker ve Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) uzmanı Dr. Murat Yılmaz'ın söyledikleri, olan biteni anlamak açısından özellikle kayda değer saptamalardı.
Kendilerini 'Hangi taraftan?' sorusundan çok 'Ne dediler?' sorusuyla dinleyenler için, bu büyük restleşmedeki çıkış noktalarını da içinde taşıyan bu ekran sohbetinde, kanıtlarını bilmediğimiz için pek çoğumuzun anlamaya gayret ettiğimiz 'Faiz lobisi' değerlendirildi. Gezi Parkı'ndaki toplumsal muhalefeti başka mecralara kaydırmak isteyen bir iş çevresinin, özellikle Anadolu Burjuvazisi'nin yükselen gelişimine engel olma arzusuyla çıkışlar yaptığı ifade edildi. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra merkez burjuvazinin de zenginleştiğini, ancak artık siyasi güçlerinin olmadığına işaret edildi.
Bu arada Can Paker'in bir yakınının verdiği örnekten yola çıkarak iş dünyasındaki Merkez / Anadolu arasındaki ayrımın gündelik hayattaki duygusal yansımasını gösteren sözlerini, çok çarpıcı bulduğum için aktarmak isterim: 'Normal başörtüsüne karşı değiliz; biz türbana karşıyız, diyenler aslında şunu söylemek istiyorlar: Hizmetçi olmasına karşı değiliz, hanım olmasına karşıyız.'
Olup bitenlere ekonomi ya da sınıfsal açıdan bakanların görmeleri gereken saptamalar bunlar. Ben ise iletişim açısından duruma baktığımda elbette iş dünyasındaki itişip kakışmanın bu memleketin geleceğine getireceği siyasi istikrarsızlığın altını çizmek durumunda hissediyorum kendimi. Vahşi kapitalizmin krizlerden beslendiğini ve bu kıran kırana mücadelenin ABD ve Avrupa'ya neler yaptığının gözden kaçırılmaması gerektiğine işaret etmek istiyorum.
15 Haziran'da yayımlanacak olan Marketing Türkiye dergisi için yazdığım yazıda ifade ettiğim gibi 'İş dünyası nezle olduğunda iletişim dünyasının zatürree olacağını' da bir kez de bu sütunlarda ifade etmek isterim.
Türk Baharı'nın 3 Kasım 2002 seçimleriyle geldiğini söyleyen Başbakan bu tespitini yabana atmamak gerekir. ABD ve Avrupa'dan gelen küresel finans krizi dalgalarından kendisini korumayı başarmasında da bu büyük dönüşümün etkisi tartışılamaz herhalde.
Tansiyonu düşürmek, iktidarın görevidir ve Sayın Başbakan, bizzat şahsına yönelik bir tehdit algısı olarak değerlendirdiği bu (parlamento dışı) muhalefetin sonucunda ortaya çıkan krizin siyasi istikrara evrilmesini sağlayabilmek için kurmaylarıyla istişare etmeye devam etmelidir. Pazarlık yapmakla mutabakat aramak arasındaki farkı çok iyi bilen kurmayları, kriz iletişimini demokratik zeminde meşruiyet içinde yöneteceklerdir. 'Endişeli modern' olarak tanımlanan kesimin kaygılarının 'kabuslara' dönüşmemesinin teminatı da, sağlıklı yönetilecek bu kriz iletişimi değil midir?
Önceki günkü Ankara konuşmalarında 'tavizsizlik' ses tonuyla konuşsa da Sayın Başbakan, bundan sonra çevreyle, kültürle meselesi olan herkese başvurabilecekleri adresleri de göstermiş bulunmaktadır. Bu nedenle, bir önceki yazımda ifade ettiğim gibi iletişimi ortadan kaldırmaya hizmet edecek tutumları kişinin bizzat kendisinde ölçmesini sağlayabilecek 'Fazla olan yanlıştır' ilkesini bir kez daha herkesin gözden geçirmesinde fayda vardır.