''''Bu ne biçim hikâye böyle''''... 16.02.2013
Sevmek ve mutabık olmak aynı şeyler değildir. Hani 'Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz de sevilir!' diyen bir pop müzik parçası vardır. Onun gibi. Örneğin görüşleriyle mutabık olmasam da Ümit Zileli'yi yıllardır tanırım ve çok severim…
Pek çok eşim dostum da bu duygumu anlamaz… Oysa olay çok basittir. Şu 'dörtlü' içinde bakabilirseniz olaya, hemen anlaşılır: Biçim, içerik, fenomen ve öz… İnsan bir başkasını ya da bir başka nesneyi, biçimi, içeriği ve fenomeni ile beğenir ya da beğenmez. Oysa bu dörtlü içinde sadece sevgi, 'öz' ile ilgili bir meseledir. Ve Ümit Zileli özü son derece 'iyi' bir insandır. İçerik'te anlaşamayız. Doğrudur. Ancak ruhu tekâmül etmiştir. Dedim ya anlaması zor, bir o kadar da keyiflidir yalnız.
Ümit davet etmese ve sahnede rol alacak olmasa, beni akşamın o trafiğinde Mecidiyeköy'den kaldırıp Caddebostan'a götürmek için belediyenin 40 tonluk vinci gelse yeterli olmayabilirdi…
Ümit Zileli ilginç bir gösteri hazırlamış. En önemlisi de 'nezih' bir gösteri ve eğlence ortamının oluşmasını sağlamış. Adı şöyle: 'Öykülerle Türk Filmi Aşkları'... Smokinleri içinde sahne alan Ümit, 1950'lerden başlayarak bir sosyal ufuk turu atıyor. O yıllara damgasını vuran olaylardan örnekler veriyor ve o yılların unutulmaz filmlerine eklemlenmiş, ortalığı kasıp kavurmuş parçalardan. Laf, müzik parçasına gelince salonun ışıkları kararıyor ve sahnede o melodinin geçtiği filmden sahneler beliriyor. Hemen ardından da Hakan Aysev 6 kişilik orkestrasıyla birlikte parçaya canlı olarak giriyor…
Kadıköy Belediye'sinin Caddebostan Kültür Merkezi'nde tahsis ettiği salon tıklım tıklım doluydu. Ümit'in -hiç abartmamaya çalışmamasına rağmen kulağa takılan bir iki hamasi saplaması dışında- olağanüstü naif üslubu ve esprili anlatım tarzı, Hakan Aysev'in nezih ve nitelikli şarkı söyleme tekniği, salondakilerin müthiş desteği ve katılımı ile taçlandırıldı. Şu parçaları tüm salon hep birlikte seslendirdi:
Beklenen Şarkı, Senede Bir Gün, Yıldızların Altında, İzmir'in Kavakları, Sevemez kimse seni, Artık Sevmeyeceğim, Buruk Acı, Son Mektup, Sensiz Bensiz, Seven Ne Yapmaz, Adını Anmayacağım, Bir Garip Yolcu, Unutma Beni, Bak Yeşil Yeşil, Dilek Taşı, Anlamazdın, Bu Ne Biçim Hikaye Böyle (Her Şey Güzel Olacak)…
Başta benim kuşağım, önümüzdeki ve arkamızdaki en az dört kuşağı 'alıp götürecek' bir gösteri çıkmış ortaya… İçerik odaklı önyargıları bir kenara bırakıp toplumun tüm katmanlarını, tüm kuşaklarını ve yıllarını kucaklayan bu gösteri mutlaka sürmeli ve kaçırılmamalı… Tam da normalizasyondan, karpuz efektinden kurtulmaktan söz edilen şu günlerde, hepimize nerelerden geldiğimizi, ortak ruhi şekillenmemizin yapı taşlarını şöyle bir hatırlamak iyi gelebilir…
Atlar tavuklarla yarıştırılırsa, hep tavuklar kazanır
Özel sektör kapitalizmin inşası ile birlikte iletişimin yönetilme meselesini akıl etmiş ve gerek reklam, gerekse de halkla ilişkilerin yapı taşlarını ta işin başında koymaya başlamıştı. Eskiden 'finansı', 'üretimi' ve 'satışı' yönetmek yetiyordu. Gelişmiş liberal ekonomilerde, rekabetin serbest olduğu pazarlarda artık bunlar yetmiyor. 'Hukukun', 'İnsan Kıymetlerinin' ve 'İletişimin' yönetimi de kritik başarı faktörü olarak ortaya çıkıyor…
İletişimi yönetmek için bilgi gerekiyor tabii ki. Tecrübe falan yetmiyor. Bunun için de odaklanmak, süreci konunun profesyonellerine teslim edip denetlemek şart. İşin profesyonellerini bulmak da kolay iş değil aslında… Konkur orada devreye girebiliyor.
Hiç düşündünüz mü, diğer kurumsal süreçlerde hizmet satın alınırken konkur yapılmaz da, neden reklam ve halkla ilişkilerde konkur yapılır? Neden bu iki gruptan bütün yaratıcı fikirlerini ortaya dökmesi beklenir?
Geçenlerde bir konkur düzenlemekte olan büyük bir şirketin yöneticisine sordum: 'Neden bu kadar çok ajans çağırıyorsunuz?' Yanıt çok netti: 'Fena mı? Bir ton yaratıcı fikir topluyoruz…' Nasıl? İyi değil mi?
Bu kibirli tavra hiç 'takılmayan' ajanslar var mı? Var tabii. Bunlar güçlerinin farkındadırlar ve İngilizcesi 'Güzellik Yarışması' olan –ancak bu kadar aşağılanır bir süreç- kesinlikle katılmazlar. Güç meselesi tabii… İşin tuhafı bunların hiç de müşteri sorunu yoktur. İşlerinde o kadar iyidirler ki, 'atlarla tavukların' yarıştırıldığı garip koşullarda mutlaka tavukların kazandırılacağını bilirler, bu nedenle ilgilenmezler bu tür sahnelerle…
Bizde bu konkurlara kimlerin katıldığı söylenmez iletişim şirketlerine… Tüm ihale süreçlerinin tersi çalışır burada. Yani rakiplere bakıp katılmama hakkı tanınmaz taraflara… Sektör de, bir iki tane ajans hariç, bu durumu kabullenmiştir aslında…
Bizde tüm ihale süreçlerinde fiyat teklifleri şeffaf ortamda yürütülürken iletişim alanında bu iş de gizlidir. Sen teklifi verirsin. Gerisi Allah Kerim… Bir de bakmışsın sizin teklifiniz başkalarıyla paylaşılmış, onların alta girmeleri sağlanmış… Aslında olması gereken şudur:
1. Fikirlerin izinsiz (bedeli ödenmeden) kullanılmayacağı taahhüt edilmeli.
2. Kimlerin katılacağı herkese bildirilmeli. Katılım kriteri belirlenmeli, herkesle paylaşılmalı (İDA, RD, AD, ESOMAR üyeliği, sektörel tecrübe, uluslararası ağlarla bağlantı vb)
3. Eğer işlerin niteliği eşitse, son iki (ya da üç) arasında isteniyorsa açık eksiltme şeffaf bir şekilde yapılmalı.
4. Konkur sonucu oradan buradan duyulmamalı, kazanamayanlara birinci elden gerekçeleriyle bildirilmeli.
5. Konkura katılım parası ödenmeli (Konkuru kaybedenlere)
İleri kapitalizm ve medeni yaklaşım bu kadar basit aslında. Peki kim yapacak bu işi? En büyük 23 ajansı bünyesinde barındıran meslek kuruluşu iDA yapacak tabii ki. Peki yapabilir mi? Hayır, henüz yapamaz. Neden? Çünkü sektörel bilinç ve yapılanma yeni yeni gelişmekte…
'Kendine denk görmedikçe kimseyi kıskanamazsın'
Twitter'ın en büyük yararı ne oldu, diye düşündüğümde aforizmalara olan ciddi talebin ne büyük bir nimet olduğu aklıma geldi. Aforizmalar, insanı gerçek anlamda 'düşündürmeye' sevkeden, beyni ve kalbi aynı anda dürtükleyen cümleler değil mi? Yüzlerce örnek vermek mümkün.
Ancak, kadim dostum Dücane Cündioğlu'nun başlığa çektiğim dünkü aforizması, son zamanlarda gördüğüm ve işittiğim en güçlü tespitlerden. Üzerine biraz kafa yorunca kendiniz hakkında yine bizzat kendiniz tarafından, üstelik pekala içinizde 'gizli' kalacak bir değerlendirme yapma şansını da elde ediyorsunuz. 'Olmak istediğiniz' haller dairesinde fıtratınıza göre takdir etmekten başlayarak haset edecek ölçülerde sabitfikire dönecek kadar kıskandığınız kişileri aklınızdan geçirirken ister istemez koşuda ne kadar koşabilecek bir atlet olduğunuzu da göreceksinizdir. İnsana 'Ben bu kulvarda yokum' dedirten kişilere de herhalde kıskançlık değil ancak hayranlık duyulabilir.
Pek çok eşim dostum da bu duygumu anlamaz… Oysa olay çok basittir. Şu 'dörtlü' içinde bakabilirseniz olaya, hemen anlaşılır: Biçim, içerik, fenomen ve öz… İnsan bir başkasını ya da bir başka nesneyi, biçimi, içeriği ve fenomeni ile beğenir ya da beğenmez. Oysa bu dörtlü içinde sadece sevgi, 'öz' ile ilgili bir meseledir. Ve Ümit Zileli özü son derece 'iyi' bir insandır. İçerik'te anlaşamayız. Doğrudur. Ancak ruhu tekâmül etmiştir. Dedim ya anlaması zor, bir o kadar da keyiflidir yalnız.
Ümit davet etmese ve sahnede rol alacak olmasa, beni akşamın o trafiğinde Mecidiyeköy'den kaldırıp Caddebostan'a götürmek için belediyenin 40 tonluk vinci gelse yeterli olmayabilirdi…
Ümit Zileli ilginç bir gösteri hazırlamış. En önemlisi de 'nezih' bir gösteri ve eğlence ortamının oluşmasını sağlamış. Adı şöyle: 'Öykülerle Türk Filmi Aşkları'... Smokinleri içinde sahne alan Ümit, 1950'lerden başlayarak bir sosyal ufuk turu atıyor. O yıllara damgasını vuran olaylardan örnekler veriyor ve o yılların unutulmaz filmlerine eklemlenmiş, ortalığı kasıp kavurmuş parçalardan. Laf, müzik parçasına gelince salonun ışıkları kararıyor ve sahnede o melodinin geçtiği filmden sahneler beliriyor. Hemen ardından da Hakan Aysev 6 kişilik orkestrasıyla birlikte parçaya canlı olarak giriyor…
Kadıköy Belediye'sinin Caddebostan Kültür Merkezi'nde tahsis ettiği salon tıklım tıklım doluydu. Ümit'in -hiç abartmamaya çalışmamasına rağmen kulağa takılan bir iki hamasi saplaması dışında- olağanüstü naif üslubu ve esprili anlatım tarzı, Hakan Aysev'in nezih ve nitelikli şarkı söyleme tekniği, salondakilerin müthiş desteği ve katılımı ile taçlandırıldı. Şu parçaları tüm salon hep birlikte seslendirdi:
Beklenen Şarkı, Senede Bir Gün, Yıldızların Altında, İzmir'in Kavakları, Sevemez kimse seni, Artık Sevmeyeceğim, Buruk Acı, Son Mektup, Sensiz Bensiz, Seven Ne Yapmaz, Adını Anmayacağım, Bir Garip Yolcu, Unutma Beni, Bak Yeşil Yeşil, Dilek Taşı, Anlamazdın, Bu Ne Biçim Hikaye Böyle (Her Şey Güzel Olacak)…
Başta benim kuşağım, önümüzdeki ve arkamızdaki en az dört kuşağı 'alıp götürecek' bir gösteri çıkmış ortaya… İçerik odaklı önyargıları bir kenara bırakıp toplumun tüm katmanlarını, tüm kuşaklarını ve yıllarını kucaklayan bu gösteri mutlaka sürmeli ve kaçırılmamalı… Tam da normalizasyondan, karpuz efektinden kurtulmaktan söz edilen şu günlerde, hepimize nerelerden geldiğimizi, ortak ruhi şekillenmemizin yapı taşlarını şöyle bir hatırlamak iyi gelebilir…
Atlar tavuklarla yarıştırılırsa, hep tavuklar kazanır
Özel sektör kapitalizmin inşası ile birlikte iletişimin yönetilme meselesini akıl etmiş ve gerek reklam, gerekse de halkla ilişkilerin yapı taşlarını ta işin başında koymaya başlamıştı. Eskiden 'finansı', 'üretimi' ve 'satışı' yönetmek yetiyordu. Gelişmiş liberal ekonomilerde, rekabetin serbest olduğu pazarlarda artık bunlar yetmiyor. 'Hukukun', 'İnsan Kıymetlerinin' ve 'İletişimin' yönetimi de kritik başarı faktörü olarak ortaya çıkıyor…
İletişimi yönetmek için bilgi gerekiyor tabii ki. Tecrübe falan yetmiyor. Bunun için de odaklanmak, süreci konunun profesyonellerine teslim edip denetlemek şart. İşin profesyonellerini bulmak da kolay iş değil aslında… Konkur orada devreye girebiliyor.
Hiç düşündünüz mü, diğer kurumsal süreçlerde hizmet satın alınırken konkur yapılmaz da, neden reklam ve halkla ilişkilerde konkur yapılır? Neden bu iki gruptan bütün yaratıcı fikirlerini ortaya dökmesi beklenir?
Geçenlerde bir konkur düzenlemekte olan büyük bir şirketin yöneticisine sordum: 'Neden bu kadar çok ajans çağırıyorsunuz?' Yanıt çok netti: 'Fena mı? Bir ton yaratıcı fikir topluyoruz…' Nasıl? İyi değil mi?
Bu kibirli tavra hiç 'takılmayan' ajanslar var mı? Var tabii. Bunlar güçlerinin farkındadırlar ve İngilizcesi 'Güzellik Yarışması' olan –ancak bu kadar aşağılanır bir süreç- kesinlikle katılmazlar. Güç meselesi tabii… İşin tuhafı bunların hiç de müşteri sorunu yoktur. İşlerinde o kadar iyidirler ki, 'atlarla tavukların' yarıştırıldığı garip koşullarda mutlaka tavukların kazandırılacağını bilirler, bu nedenle ilgilenmezler bu tür sahnelerle…
Bizde bu konkurlara kimlerin katıldığı söylenmez iletişim şirketlerine… Tüm ihale süreçlerinin tersi çalışır burada. Yani rakiplere bakıp katılmama hakkı tanınmaz taraflara… Sektör de, bir iki tane ajans hariç, bu durumu kabullenmiştir aslında…
Bizde tüm ihale süreçlerinde fiyat teklifleri şeffaf ortamda yürütülürken iletişim alanında bu iş de gizlidir. Sen teklifi verirsin. Gerisi Allah Kerim… Bir de bakmışsın sizin teklifiniz başkalarıyla paylaşılmış, onların alta girmeleri sağlanmış… Aslında olması gereken şudur:
1. Fikirlerin izinsiz (bedeli ödenmeden) kullanılmayacağı taahhüt edilmeli.
2. Kimlerin katılacağı herkese bildirilmeli. Katılım kriteri belirlenmeli, herkesle paylaşılmalı (İDA, RD, AD, ESOMAR üyeliği, sektörel tecrübe, uluslararası ağlarla bağlantı vb)
3. Eğer işlerin niteliği eşitse, son iki (ya da üç) arasında isteniyorsa açık eksiltme şeffaf bir şekilde yapılmalı.
4. Konkur sonucu oradan buradan duyulmamalı, kazanamayanlara birinci elden gerekçeleriyle bildirilmeli.
5. Konkura katılım parası ödenmeli (Konkuru kaybedenlere)
İleri kapitalizm ve medeni yaklaşım bu kadar basit aslında. Peki kim yapacak bu işi? En büyük 23 ajansı bünyesinde barındıran meslek kuruluşu iDA yapacak tabii ki. Peki yapabilir mi? Hayır, henüz yapamaz. Neden? Çünkü sektörel bilinç ve yapılanma yeni yeni gelişmekte…
'Kendine denk görmedikçe kimseyi kıskanamazsın'
Twitter'ın en büyük yararı ne oldu, diye düşündüğümde aforizmalara olan ciddi talebin ne büyük bir nimet olduğu aklıma geldi. Aforizmalar, insanı gerçek anlamda 'düşündürmeye' sevkeden, beyni ve kalbi aynı anda dürtükleyen cümleler değil mi? Yüzlerce örnek vermek mümkün.
Ancak, kadim dostum Dücane Cündioğlu'nun başlığa çektiğim dünkü aforizması, son zamanlarda gördüğüm ve işittiğim en güçlü tespitlerden. Üzerine biraz kafa yorunca kendiniz hakkında yine bizzat kendiniz tarafından, üstelik pekala içinizde 'gizli' kalacak bir değerlendirme yapma şansını da elde ediyorsunuz. 'Olmak istediğiniz' haller dairesinde fıtratınıza göre takdir etmekten başlayarak haset edecek ölçülerde sabitfikire dönecek kadar kıskandığınız kişileri aklınızdan geçirirken ister istemez koşuda ne kadar koşabilecek bir atlet olduğunuzu da göreceksinizdir. İnsana 'Ben bu kulvarda yokum' dedirten kişilere de herhalde kıskançlık değil ancak hayranlık duyulabilir.