"Fazla olan yanlıştır!.."
8 Haziran 2013 - Yeni Şafak Gazetesi
İletişimin en temel unsurlarından biridir; 2005 yılında ilk baskısı yayınlanmış olan kitabımız 'Algılama Yönetimi' içinde de bir bahis olarak geçer. Bölümün adını hatırlayalım: 'Fazla olan yanlıştır!'…
İki alan hariç –şefkat ve bilgi- diğer her türden 'tutumun' ve 'şeyin' fazlası yanlıştır… 'İfrat' meselesini ahlaki ve felsefi boyutta incelemiş olanlar, ne demek istediğimizi hemen anlamışlardır… Çok gülmenin ardından ağlamanın, çok ağlamanın ardından gülmenin, sahneye çağırmak için süregelen alkışın ardından, olay fazla uzayınca 'Yuh'un gelebileceğini, 'Güç kirlenmesi' (Latincede realite ile ilgili bağın koptuğu ana işaret eden, güç odaklı 'Hubris' durumu) meselesine kafayı takanlar mutlaka anlayacaklardır…
Özetle bu demokratik protesto özgürlüğü meselesi ve bunun karşısındaki tavizsiz duruş ve güç sergileme tutumunun her ikisi de 'fazla olan yanlıştır'ın sınırına gelip dayanmıştır.
Taleplere Kanal İstanbul projesi ve üçüncü köprü inşasının durdurulmasının eklendiği bildirilen (ya da bildirilmedi de enformasyon kirliliği içinde biz öyle sanıyoruz) Taksim Platformu talepleri de 'fazlalığın' sınırını aşmış, 'O zaman bu gösteriler hiç bitmeyecek' dedirtmeye başlamıştır. Bu gösterileri destekleme bahanesiyle her türlü şiddet eylemine başvurmaktan çekinmeyen 'ajan provokatör' durumuna düşen marjinalin de bu gidişle sahneden inmeye hiç niyeti
olmayacaktır.
Sonunda ülke ekonomisi ve dengeleri öyle bir sarsılabilir ki, gündüz işlerine akşam da Gezi'ye giden masum - demokrat - genç arkadaşlar, ertesi gün gidecek bir işyeri kalmaması karşısında hayli üzülebilirler…
İletişimciler, 'uzlaşma' kelimesini severler. 'Mutabakat' kadar insanı ve toplumu zenginleştiren başkaca maharetler elbette vardır ama gergin dönemlerde uzlaşmanın kapısını araladığınızda içeriye dolan ışık, körlerin bile işine yarar. 'Çözüm Süreci', 30 küsur yılı aşkın bir travmanın arkasından gelmiş, ülkemizin en büyük mutabakat arayışlarından belki de ilkidir.
Başbakan'ın Afrika dönüşü alanda kendisini heyecanla bekleyen AK Partililer'e hitaben yaptığı konuşmanın basında nasıl değerlendirildiğine bakacak olursanız, her bir taraftaki hedef kitle nezdinde, 'mutabakat' arayışının ipuçlarını bulmakta zorlanırsınız. Diğer yandan Başbakan, 'Çatışmayla işimiz yok' diyerek, Yunus Emre'den bahisle 'gönüller kırmanın tarafında değil gönüller yapmanın tarafında olduk' ifadelerini kendine has romantizm içinde dile getirirken, herkesin aklından geçen 'Türkiye'yi bekleyen tehlikeler'in fazlasıyla farkında olunduğunun da açık mesajını verdi.
Siyasi iletişimin kanımca vazgeçilmez 3C'si olan 'Yaratıcılık, Tutarlılık ve Süreklilik', (Creativity, Consistency, Continuity) ilkelerinden ilki olan 'Yaratıcılığa' hem iktidarın, hem muhalefetin hem de Egemen Bağış'ın 'parti kursalar demokrasimiz güçlenir, bizi de kamçılar' dediği Gezi Parkı direnişçilerinin ihtiyacı olduğunu hatırlatmak lazım.
Mesajlarınızı, kör kör gözüm parmağına bilek güreşi yapmadan, bilinen nakaratları tekrar etmeden, mutabakat arayışlarına hizmet edecek inovatif çözümlere dayalı stratejilerle, 'bizden olmayan'a (!) iletmekle yükümlü hissedebiliyorsanız mesele yok...
Önce mesajların 'hedef kitlesi'ni belirlemek gerekecek. Başbakan, hedef kitlesini dünkü konuşmasında netleştirdi ve 76 milyonun altını çizdi. İletişimde ve özellikle siyasi iletişimde 'hedef kitle'niz netse, turnusol kâğıdınız elinizde demektir. Vermek istediğiniz mesajları, ortaya koyacağınız aksiyonları bu hedef kitlenin beklentileri belirleyecektir çünkü.
Ve unutulmasın ki, hedef kitleniz net değilse, ortaya çıkacak olan mesaj kirliliği, bölen etkisi yapar ve amaçladığınız ne ise, o noktadan hızla uzaklaşırsınız. Tansiyonun çıktığı dönemlerde tüm şer güçlerini bertaraf edebilecek olan yegâne nihai çözüm olan 'mutabakat arayışı'nda, geçmişte yaşadıklarımızdan daha değerli bir dersi arasak da bulamayız.
Kimse kimseye sadece 'itidal' tavsiye etmesin. Kendisini ait hissettiği 'aile'de ya da 'araf'ta, güven içinde yaşayabilmesinin, eski teraneleri tekrarlamakla değil, olup biteni ülke dinamiklerini dikkate alması, dünya görüşleri farklı kuşakları kucaklayıp, bir hayli 'mixer' etkileri olmasına rağmen, her şeyi sadece 'dış güçler'e bağlamamasıyla mümkün olabilir. Çünkü, her yanlış 'okuma', yanlış adımlar attırır.
O halde geri dönüş çizgisini kaybetmeden durmak gerekir… Belki 'Dönende duranı, duranda döneni görmek' ama durmak… Çünkü bazen vazgeçmek özgürlüktür…
Burada bir tek şeyden vazgeçilemez, ülkenin huzuru insanımızn esenliği ve mutluluğu…
Yabancılar değil yerliler tehlikeli
Pek çok şirket ulusal ve uluslar arası etkinliğini iptal ederken ekonomik hayatın devamlılığını savunan iki şirket halka arz sürecini devam ettirdi. Ertelemedi. Biri Akyürek Pazarlama diğeri Emlak GYO… İlkinin Gong Töreni Perşembe günü idi. Mesleki ilişkimiz nedeniyle oradaydık. Emlak da önümüzdeki günlerde Gong'u çalacak… Bu vesile ile BİST'in (Borsa İstanbul) iki genç, pırıl pırıl yöneticisi ile tanışma fırsatı buldum. Başkanlığa çeşitli konularda çözümlemeler sunuyorlarmış. Sohbet sırasında bir kez daha tespit ettim ki, devlet pek çok konuda özel sektörü yakalamış hatta bazı kurumlarda insan kıymetleri konusunda sollamış…
Bu işlerinin ustası arkadaşların anlattıklarına göre borsada yabancılar ortalama olarak bir yılda kâğıtlarından çıkarken bizim yerli yatırımcılar 40 gün dayanabiliyormuş… O nedenle herhalde bizde yaygın bir şekilde 'Borsada oynamak' sözü kullanılır…
Bu arada kadınlar erkeklerden çok kazanıyorlarmış (daha sabırlılar)…
Toplam halka açık piyasa değerinin %65'i yabancı 35'u yerliymiş. Ancak %65 toplam işlemin sadece %17'sini yapıyormuş. Yani daha tutucu, daha sabırlı, daha tutarlı, daha yatırımcı… Aslında ne hazin. Borsa neden derinlik kazanmıyor derken bunun sorumluluğunu yabancıların üstüne atanların kulakları çınlasın…
Genç yöneticiler hem BİST'in web sitesini, hem de www.bilincliyatirimci.com'un izlenmesini tavsiye ediyorlar… Onların anlattıkları bana Türkiye'yi son günlerde sarsan protesto eylemlerinin Borsa üzerinde 'yabancıların' kısa vadede çok büyük yıkıntıyı kolay kolay sağlamayacaklarına işaret ediyordu. Ne yapacaksak, biz kendi kendimize yapacaktık…
İletişimin en temel unsurlarından biridir; 2005 yılında ilk baskısı yayınlanmış olan kitabımız 'Algılama Yönetimi' içinde de bir bahis olarak geçer. Bölümün adını hatırlayalım: 'Fazla olan yanlıştır!'…
İki alan hariç –şefkat ve bilgi- diğer her türden 'tutumun' ve 'şeyin' fazlası yanlıştır… 'İfrat' meselesini ahlaki ve felsefi boyutta incelemiş olanlar, ne demek istediğimizi hemen anlamışlardır… Çok gülmenin ardından ağlamanın, çok ağlamanın ardından gülmenin, sahneye çağırmak için süregelen alkışın ardından, olay fazla uzayınca 'Yuh'un gelebileceğini, 'Güç kirlenmesi' (Latincede realite ile ilgili bağın koptuğu ana işaret eden, güç odaklı 'Hubris' durumu) meselesine kafayı takanlar mutlaka anlayacaklardır…
Özetle bu demokratik protesto özgürlüğü meselesi ve bunun karşısındaki tavizsiz duruş ve güç sergileme tutumunun her ikisi de 'fazla olan yanlıştır'ın sınırına gelip dayanmıştır.
Taleplere Kanal İstanbul projesi ve üçüncü köprü inşasının durdurulmasının eklendiği bildirilen (ya da bildirilmedi de enformasyon kirliliği içinde biz öyle sanıyoruz) Taksim Platformu talepleri de 'fazlalığın' sınırını aşmış, 'O zaman bu gösteriler hiç bitmeyecek' dedirtmeye başlamıştır. Bu gösterileri destekleme bahanesiyle her türlü şiddet eylemine başvurmaktan çekinmeyen 'ajan provokatör' durumuna düşen marjinalin de bu gidişle sahneden inmeye hiç niyeti
olmayacaktır.
Sonunda ülke ekonomisi ve dengeleri öyle bir sarsılabilir ki, gündüz işlerine akşam da Gezi'ye giden masum - demokrat - genç arkadaşlar, ertesi gün gidecek bir işyeri kalmaması karşısında hayli üzülebilirler…
İletişimciler, 'uzlaşma' kelimesini severler. 'Mutabakat' kadar insanı ve toplumu zenginleştiren başkaca maharetler elbette vardır ama gergin dönemlerde uzlaşmanın kapısını araladığınızda içeriye dolan ışık, körlerin bile işine yarar. 'Çözüm Süreci', 30 küsur yılı aşkın bir travmanın arkasından gelmiş, ülkemizin en büyük mutabakat arayışlarından belki de ilkidir.
Başbakan'ın Afrika dönüşü alanda kendisini heyecanla bekleyen AK Partililer'e hitaben yaptığı konuşmanın basında nasıl değerlendirildiğine bakacak olursanız, her bir taraftaki hedef kitle nezdinde, 'mutabakat' arayışının ipuçlarını bulmakta zorlanırsınız. Diğer yandan Başbakan, 'Çatışmayla işimiz yok' diyerek, Yunus Emre'den bahisle 'gönüller kırmanın tarafında değil gönüller yapmanın tarafında olduk' ifadelerini kendine has romantizm içinde dile getirirken, herkesin aklından geçen 'Türkiye'yi bekleyen tehlikeler'in fazlasıyla farkında olunduğunun da açık mesajını verdi.
Siyasi iletişimin kanımca vazgeçilmez 3C'si olan 'Yaratıcılık, Tutarlılık ve Süreklilik', (Creativity, Consistency, Continuity) ilkelerinden ilki olan 'Yaratıcılığa' hem iktidarın, hem muhalefetin hem de Egemen Bağış'ın 'parti kursalar demokrasimiz güçlenir, bizi de kamçılar' dediği Gezi Parkı direnişçilerinin ihtiyacı olduğunu hatırlatmak lazım.
Mesajlarınızı, kör kör gözüm parmağına bilek güreşi yapmadan, bilinen nakaratları tekrar etmeden, mutabakat arayışlarına hizmet edecek inovatif çözümlere dayalı stratejilerle, 'bizden olmayan'a (!) iletmekle yükümlü hissedebiliyorsanız mesele yok...
Önce mesajların 'hedef kitlesi'ni belirlemek gerekecek. Başbakan, hedef kitlesini dünkü konuşmasında netleştirdi ve 76 milyonun altını çizdi. İletişimde ve özellikle siyasi iletişimde 'hedef kitle'niz netse, turnusol kâğıdınız elinizde demektir. Vermek istediğiniz mesajları, ortaya koyacağınız aksiyonları bu hedef kitlenin beklentileri belirleyecektir çünkü.
Ve unutulmasın ki, hedef kitleniz net değilse, ortaya çıkacak olan mesaj kirliliği, bölen etkisi yapar ve amaçladığınız ne ise, o noktadan hızla uzaklaşırsınız. Tansiyonun çıktığı dönemlerde tüm şer güçlerini bertaraf edebilecek olan yegâne nihai çözüm olan 'mutabakat arayışı'nda, geçmişte yaşadıklarımızdan daha değerli bir dersi arasak da bulamayız.
Kimse kimseye sadece 'itidal' tavsiye etmesin. Kendisini ait hissettiği 'aile'de ya da 'araf'ta, güven içinde yaşayabilmesinin, eski teraneleri tekrarlamakla değil, olup biteni ülke dinamiklerini dikkate alması, dünya görüşleri farklı kuşakları kucaklayıp, bir hayli 'mixer' etkileri olmasına rağmen, her şeyi sadece 'dış güçler'e bağlamamasıyla mümkün olabilir. Çünkü, her yanlış 'okuma', yanlış adımlar attırır.
O halde geri dönüş çizgisini kaybetmeden durmak gerekir… Belki 'Dönende duranı, duranda döneni görmek' ama durmak… Çünkü bazen vazgeçmek özgürlüktür…
Burada bir tek şeyden vazgeçilemez, ülkenin huzuru insanımızn esenliği ve mutluluğu…
Yabancılar değil yerliler tehlikeli
Pek çok şirket ulusal ve uluslar arası etkinliğini iptal ederken ekonomik hayatın devamlılığını savunan iki şirket halka arz sürecini devam ettirdi. Ertelemedi. Biri Akyürek Pazarlama diğeri Emlak GYO… İlkinin Gong Töreni Perşembe günü idi. Mesleki ilişkimiz nedeniyle oradaydık. Emlak da önümüzdeki günlerde Gong'u çalacak… Bu vesile ile BİST'in (Borsa İstanbul) iki genç, pırıl pırıl yöneticisi ile tanışma fırsatı buldum. Başkanlığa çeşitli konularda çözümlemeler sunuyorlarmış. Sohbet sırasında bir kez daha tespit ettim ki, devlet pek çok konuda özel sektörü yakalamış hatta bazı kurumlarda insan kıymetleri konusunda sollamış…
Bu işlerinin ustası arkadaşların anlattıklarına göre borsada yabancılar ortalama olarak bir yılda kâğıtlarından çıkarken bizim yerli yatırımcılar 40 gün dayanabiliyormuş… O nedenle herhalde bizde yaygın bir şekilde 'Borsada oynamak' sözü kullanılır…
Bu arada kadınlar erkeklerden çok kazanıyorlarmış (daha sabırlılar)…
Toplam halka açık piyasa değerinin %65'i yabancı 35'u yerliymiş. Ancak %65 toplam işlemin sadece %17'sini yapıyormuş. Yani daha tutucu, daha sabırlı, daha tutarlı, daha yatırımcı… Aslında ne hazin. Borsa neden derinlik kazanmıyor derken bunun sorumluluğunu yabancıların üstüne atanların kulakları çınlasın…
Genç yöneticiler hem BİST'in web sitesini, hem de www.bilincliyatirimci.com'un izlenmesini tavsiye ediyorlar… Onların anlattıkları bana Türkiye'yi son günlerde sarsan protesto eylemlerinin Borsa üzerinde 'yabancıların' kısa vadede çok büyük yıkıntıyı kolay kolay sağlamayacaklarına işaret ediyordu. Ne yapacaksak, biz kendi kendimize yapacaktık…