''''Geçilen ve yakılan köprüler''''… 19.01.2013
Çocukluğunu bildiğim oğlu Umur'u, ekranda olanca acısı ve içtenliğiyle babasının vefat ettiği haberini açıklarken izlediğimde, zaman içinde halden hale değişecek tonlardaki derin özlemi, o büyük ıssızlığı onun da hissedeceğini düşündüm.
Meğer ne kadar çok seveni, dostu varmış. Onu, bir dönem TRT ile çalışan herkesin yaptığı bazı uygulamalardan ötürü karalamaya, itibarsızlaştırmaya çalışmış olan kalemşörlerin ve 'köşe kadılarının' bugün arkasından ne diyeceklerini merakla bekliyorum. Gazetecilerin çay simide talim edip yoksulluk içinde yaşadığı algısı altında ezilenler, onun gençliğinde sıkıntı çekmesine rağmen ileri yaşlarında refah içinde yaşamasını hazmedememiş olanlar ve varlık içinde yaşayıp da yoksulmuş görüntüsü vererek yine Mehmet Ali'ye haset edenler... Onlar ne diyecekler acaba şimdi? Yoksa onların gözünde 'ölüm itibarı bir kez daha iade edecek mi'?..
'The International' adlı filmde şöyle bir söz geçiyordu: 'Köprüler ikiye ayrılır: Geçeceklerin ve yakacakların…' Bu ifadeyi kadere dair her türlü yol ayrımında hatırlamamak mümkün mü?
Mehmet Ali artık başka bir köprüde... Ardında pek çok 'geçtiği' ve 'yaktığı' köprüler bırakarak gitti oralara...
Geçerek ve yakarak ulaştığı öncülük, meslekte liderlik, 'ilkler'i başaran gazeteci vs. gibi pek çok hak ettiği nitelemenin ötesinde Mehmet Ali'nin 'adam gibi adam'lığı 'yetiştirdiği adam'lara bakılarak çok net anlaşılır.
Mehmet Ali'yi, Milliyet'teki Hey dergisi muhabirliğimden başlayarak ve daha sonra Karacan Yayınları'nı yönettiğim, ve onun da kısmen benim desteğimle 'Emret Komutanım'ı yayınladığı seksenli yıllardan bu yana hep izlemişimdir. Çevresindeki değerli genç gazetecilere verdiği emeği her zaman takdir ederek izlemişimdir.
'Türkiye'yi anlamak ve okumak isteyen' her okuryazarın mutlaka ama mutlaka, toplu olarak her birini tarih sırasına göre izlemesi gereken o müthiş belgeselleri birlikte çektiği genç arkadaşları... Cüneyt'ten Mithat'a, Can'dan Musa'ya, Çiğdem'den Deniz'e hâlâ genç kalan arkadaşları, Perşembe akşamı ekranlardan gözyaşlarını saklamadan, olanca içtenlikleriyle anlattıkları Mehmet Ali'nin olağanüstü koruyuculuğunu ve yol göstericiliğini... Tüm bunları yakından izleme fırsatım oldu.
12 Mart, Demirkırat, 12 Eylül ve Son Darbe 28 Şubat belgeselleri ile seksenli yıllarda TRT'de başlayıp günümüze kadar süren tüm '32. Gün'ler... Bu kaynaklar, her türlü dünya görüşünün içinde gizlenen tasallutlardan uzak, samimi olarak bugün Türkiye'nin yakın tarihini, bugününü ve yarınını anlama çabası içinde olan istisnasız herkesin 'başucu belgeleri'dir...
Halkı, devleti, orduyu, yargıyı, siyaseti, seçilmiş ile atanmışın farkını, darbeyle demokrasi arasındaki salıncağın nelere mal olduğunu, ve ülkemizin dünyadaki yerini, Avrupa Birliği macerasını, kimlik meselesini, geleneği geleceği, Silahlı Kuvvetler'in itibarını neden her zaman koruyup kollamak gerektiğini ve özetle Türkiye'nin ruhunu içtenlikle anlamak, değerlendirmek isteyen herkesin yolu Mehmet Ali Birand'ın belgesellerinden, TV programlarından geçecektir...
Mehmet Ali, ardında Türkiye'nin ruhunu bırakmıştır...
Allah'tan Sevgili Cemre ve Umur'a sabır, aziz dostuma rahmet diliyorum. O hiç yaşlanmayan ruhu şad olsun...
'Bir boşluğa işaret bırakmak'
Mağara duvarlarına elinin izini bırakan ilk insanlar da geleceğe sesini duyurmak istemedi mi? Carl Sagan'ın 'Bottle into the cosmic ocean' diye tanımladığı Voyager uzay aracıyla sonsuzluğa gönderilen dünyaya ait mesajları taşıyan diski hatırlayın. 'Biz varız; ya da vardık ve yaşadık.' demenin farklı yollarından biri.
Baksı Müzesi, Doğu Karadeniz'de, Çoruh Vadisi'ne tepeden bakan, Bayburt'un yaklaşık 50 kilometre dışında bir köy... Köyün bugünkü adı Bayraktar... Müzenin kurucusu ise resim sanatımızın değerli isimlerinden Hüsamettin Koçan...
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde uzun yıllar öğretim üyeliği ve sonra da dekanlık yapmış olan Prof. Hüsamettin Koçan, Baksı köyünde, rahmetli anne ve babasının mezarlarının tam karşısında dünya standartlarında bir müze kurdu ve 2010 yılının Temmuz ayında açılan bu müzenin hikayesini de 'Orda Bir Köy Var Uzakta' adlı bir belgeselde anlattı.
Baksı'da yalnız kalan annesiyle hayatı idame ettirmek durumunda kalan Hüsamettin Koçan'ın hikayesini aslında ibret için öğrenmeyen kalmamalı. (http://www.youtube.com/watch?v=xhb9oLmkUJE)
Bugünlerde Baksı Müzesi'nin bir de kitabı oldu: 'Baksı – Bir Boşluğa İşaret Bırakmak.' Müzenin 'Mesafe ve Sanat' adıyla gerçekleştirdiği ve gelenekselle çağdaşı buluşturduğu serginin ürünü olan bu kitabı Emre Zeytinoğlu kaleme almış. Kitapta yazılarıyla katkı veren isimler de şöyle: Mürteza Fidan, Fırat Arapoğlu, Arzu Kaprol, Faruk Malhan, Engin Akın, Zeki Coşkun, Çiğdem Zeytin, Mehmet Rıfak Akbulut.
Aidiyet duygusu, sahip olma duygusundan güçlü olan liderlerin ülkemize yaptığı katkılar, kaynağını öncelikle çalışkanlıktan değil, 'hayaller'den alıyor.
Baksı için ikibinli yıllardan bu yana çok şey değişmiş olmalı...
Meğer ne kadar çok seveni, dostu varmış. Onu, bir dönem TRT ile çalışan herkesin yaptığı bazı uygulamalardan ötürü karalamaya, itibarsızlaştırmaya çalışmış olan kalemşörlerin ve 'köşe kadılarının' bugün arkasından ne diyeceklerini merakla bekliyorum. Gazetecilerin çay simide talim edip yoksulluk içinde yaşadığı algısı altında ezilenler, onun gençliğinde sıkıntı çekmesine rağmen ileri yaşlarında refah içinde yaşamasını hazmedememiş olanlar ve varlık içinde yaşayıp da yoksulmuş görüntüsü vererek yine Mehmet Ali'ye haset edenler... Onlar ne diyecekler acaba şimdi? Yoksa onların gözünde 'ölüm itibarı bir kez daha iade edecek mi'?..
'The International' adlı filmde şöyle bir söz geçiyordu: 'Köprüler ikiye ayrılır: Geçeceklerin ve yakacakların…' Bu ifadeyi kadere dair her türlü yol ayrımında hatırlamamak mümkün mü?
Mehmet Ali artık başka bir köprüde... Ardında pek çok 'geçtiği' ve 'yaktığı' köprüler bırakarak gitti oralara...
Geçerek ve yakarak ulaştığı öncülük, meslekte liderlik, 'ilkler'i başaran gazeteci vs. gibi pek çok hak ettiği nitelemenin ötesinde Mehmet Ali'nin 'adam gibi adam'lığı 'yetiştirdiği adam'lara bakılarak çok net anlaşılır.
Mehmet Ali'yi, Milliyet'teki Hey dergisi muhabirliğimden başlayarak ve daha sonra Karacan Yayınları'nı yönettiğim, ve onun da kısmen benim desteğimle 'Emret Komutanım'ı yayınladığı seksenli yıllardan bu yana hep izlemişimdir. Çevresindeki değerli genç gazetecilere verdiği emeği her zaman takdir ederek izlemişimdir.
'Türkiye'yi anlamak ve okumak isteyen' her okuryazarın mutlaka ama mutlaka, toplu olarak her birini tarih sırasına göre izlemesi gereken o müthiş belgeselleri birlikte çektiği genç arkadaşları... Cüneyt'ten Mithat'a, Can'dan Musa'ya, Çiğdem'den Deniz'e hâlâ genç kalan arkadaşları, Perşembe akşamı ekranlardan gözyaşlarını saklamadan, olanca içtenlikleriyle anlattıkları Mehmet Ali'nin olağanüstü koruyuculuğunu ve yol göstericiliğini... Tüm bunları yakından izleme fırsatım oldu.
12 Mart, Demirkırat, 12 Eylül ve Son Darbe 28 Şubat belgeselleri ile seksenli yıllarda TRT'de başlayıp günümüze kadar süren tüm '32. Gün'ler... Bu kaynaklar, her türlü dünya görüşünün içinde gizlenen tasallutlardan uzak, samimi olarak bugün Türkiye'nin yakın tarihini, bugününü ve yarınını anlama çabası içinde olan istisnasız herkesin 'başucu belgeleri'dir...
Halkı, devleti, orduyu, yargıyı, siyaseti, seçilmiş ile atanmışın farkını, darbeyle demokrasi arasındaki salıncağın nelere mal olduğunu, ve ülkemizin dünyadaki yerini, Avrupa Birliği macerasını, kimlik meselesini, geleneği geleceği, Silahlı Kuvvetler'in itibarını neden her zaman koruyup kollamak gerektiğini ve özetle Türkiye'nin ruhunu içtenlikle anlamak, değerlendirmek isteyen herkesin yolu Mehmet Ali Birand'ın belgesellerinden, TV programlarından geçecektir...
Mehmet Ali, ardında Türkiye'nin ruhunu bırakmıştır...
Allah'tan Sevgili Cemre ve Umur'a sabır, aziz dostuma rahmet diliyorum. O hiç yaşlanmayan ruhu şad olsun...
'Bir boşluğa işaret bırakmak'
Mağara duvarlarına elinin izini bırakan ilk insanlar da geleceğe sesini duyurmak istemedi mi? Carl Sagan'ın 'Bottle into the cosmic ocean' diye tanımladığı Voyager uzay aracıyla sonsuzluğa gönderilen dünyaya ait mesajları taşıyan diski hatırlayın. 'Biz varız; ya da vardık ve yaşadık.' demenin farklı yollarından biri.
Baksı Müzesi, Doğu Karadeniz'de, Çoruh Vadisi'ne tepeden bakan, Bayburt'un yaklaşık 50 kilometre dışında bir köy... Köyün bugünkü adı Bayraktar... Müzenin kurucusu ise resim sanatımızın değerli isimlerinden Hüsamettin Koçan...
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde uzun yıllar öğretim üyeliği ve sonra da dekanlık yapmış olan Prof. Hüsamettin Koçan, Baksı köyünde, rahmetli anne ve babasının mezarlarının tam karşısında dünya standartlarında bir müze kurdu ve 2010 yılının Temmuz ayında açılan bu müzenin hikayesini de 'Orda Bir Köy Var Uzakta' adlı bir belgeselde anlattı.
Baksı'da yalnız kalan annesiyle hayatı idame ettirmek durumunda kalan Hüsamettin Koçan'ın hikayesini aslında ibret için öğrenmeyen kalmamalı. (http://www.youtube.com/watch?v=xhb9oLmkUJE)
Bugünlerde Baksı Müzesi'nin bir de kitabı oldu: 'Baksı – Bir Boşluğa İşaret Bırakmak.' Müzenin 'Mesafe ve Sanat' adıyla gerçekleştirdiği ve gelenekselle çağdaşı buluşturduğu serginin ürünü olan bu kitabı Emre Zeytinoğlu kaleme almış. Kitapta yazılarıyla katkı veren isimler de şöyle: Mürteza Fidan, Fırat Arapoğlu, Arzu Kaprol, Faruk Malhan, Engin Akın, Zeki Coşkun, Çiğdem Zeytin, Mehmet Rıfak Akbulut.
Aidiyet duygusu, sahip olma duygusundan güçlü olan liderlerin ülkemize yaptığı katkılar, kaynağını öncelikle çalışkanlıktan değil, 'hayaller'den alıyor.
Baksı için ikibinli yıllardan bu yana çok şey değişmiş olmalı...