"Gidişat hiç iyi değil"
Bizim COO Özlem Öcalan hanım, Bersay'ın da iş ortağı olduğu, dünyanın en büyük PR ağlarından Ketchum'un belli aralıklarla düzenlediği uluslar arası toplantılardan birine katılmak üzere kısa bir süre önce Londra'ya gitmişti. Konu bu kez "Kurumsal İletişim" idi...
Özlem Hanım, çok sayıda ülkeden Ketchum'un iş ortağı ajansların üst düzey yöneticilerinin katıldığı ‘zirve'den değerli bilgi ve tecrübe paylaşımlarıyla döndü. Ancak anlattıkları ve etkilendikleri arasında en çarpıcı olanı, hiç şüphesiz Marks & Spencer'in kurumsal ilişkiler departmanı direktörünün yaptığı konuşmaydı.
Marks & Spencer'de ilginç, daha doğrusu bizde henüz ‘telaffuz' edilmeyen görevler olduğunu biliyorduk; Head of Sustainable Business (Sürdürülebilir İş Başkanı), Climate Change Manager (İşyeri İklimi Değişikliği Yöneticisi) vb... O yüzden Corporate Affairs'in (Kurumsal İlişkiler) ile Public Affairs'in (Kamusal İlişkiler) İletişim Yönetimi'nden, Halkla İlişkiler'den ve Reklam - Tanıtım'dan farklı olarak ele alınmasını, hepsinin başında ayrı birer direktörün bulunmasını yadırgamadık.
Yadırganabilecek ve "değişik" bulunabilecek olan, Ketchum'un kendi müşterisi olmayan Marks & Spencer'in kurumsal iletişimden sorumlu yöneticisini davet etmesi ve daha da ilginci, Marks & Spencer'e hizmet veren iletişim ajanslarının kahırlarından harakiri yapmamaları, olayı tüm doğallığı içinde algılayabilmeleriydi.
Orada yapılan tespitlerin bir özetini bizim sektörle de paylaşmakta yarar var. Pek çoğu kendilerine hiç yabancı gelmeyecektir. Belki birbirlerinden binlerce km uzaktaki ülkelerde iletişim danışmanlığı ve uygulaması sektörlerinin, aynı sona ve sorunlara doğru koştuğunu ve "Ben sizi deli gibi seviyorum", "Kapınızda 24 saat yatarım", "Kendinizi özel hissettiririm" gibi numaraların bir süre sonra hiçbir işe yaramayacağını tespit etmek, en azından "hissetmenin" dışında "düşünmenin"de devreye girmesine bir katkı sağlayabilir. Çünkü bu işler akıl'la çözülür, "his"le değil...
İşte o "inciler"den bir demet:
"Ajansların direktörleri aşmaya ve en tepeye ulaşmaya çalışmaları çok yanlış. Bizi ‘es geçmenin' (bypass) bedelini bir gün mutlaka öderler."
"İletişim danışmanının görevi benim ona verdiğimle tatmin olmak, benim dediğim yönde işi adam gibi yapmaktır. Fazlası değil."
"Şirketle ilgili senin bilemeyeceğin bir sürü ayrıntı vardır. Ben şimdi niye oturup bunları sana saatlerce anlatayım!.. Sen işine bak! Zorlama! Ben ancak istediğim kadar seni işin içine sokarım."
"Give me substance not Shakespeare." (Bana işe yarar bir şeyler ver, Shakespeare'lik taslama.)
"Biz gri saçı severiz. Yani deneyimli arkadaşları. Bizi çoluk çocukla muhatap etmeyin!"
"Biz standart, yaratıcı, farklı olmayan sunumları yasakladık. Tavsiyem, siz de yasaklayın!"
Bu Özlem Hanım'ın bize aktardıklarının sadece bir kısmı. Özlem, olaya yıllarca masanın öte tarafından, yani ‘hizmet gören' tarafından bakmış bir arkadaşımız... Yine de etkilenmiş. Çok daha ağır ve hazmı zor sözlere muhatap olduklarını ve toplantı bittikten sonra kendilerine gelmek için birkaç bardak koyu kahve içmek zorunda kaldıklarını söylüyor. Bizde de hizmet anlayışının benzer yönde gelişmekte olduğunu, önden görenlerle (örneğin bazı reklamcılar) sonradan görecek olanlar arasında oluşabilecek bir uçurumun işaretleri şimdiden belli oluyor.
"Az sayıdaki önemli duygu"
Akşam'ın Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın "mutluluğun biraz çaba, biraz da hayal gücü istediği" yolundaki yazısını kaçırdıysanız bulup okumanızda yarar var. Camus'den yaptığı alıntıyı görünce hislenmemek zor...
Çok güzel bir yazıydı. Tam da Camus'nün "Defterler 1"iyle ilgili notlara göz gezdirdiğim bir ana denk geldi.
"Mutluluk sözcüğü, sıradan ‘mutluyum' sözünden anlaşılanın hayli zıddıdır" demiş Camus ve tüm yaşamda "az sayıda önemli duygu ve çok sayıda önemsiz duygu" olduğunun altını çizmiş.
Evet, az dayıdaki önemli duygunun, elit olanın, yüksek sanatın, dünyaya yön vermesini arzulamak kadar doğal ne olabilir? Çünkü "estetik" kadar, çelişkileri "sözün bittiği yerden çok daha ötesine" kadar götürdüğünüzde bile taşıyabilecek başkaca bir alan arasınız da bulamazsınız.
Camus, işi çözmüş. Meselenin, "yazma bilgisini aşan yaşama bilgisini elde
etmek" olduğunu söylüyor. Belki de az ya da çok sayıdaki önemli veya önemsiz duyguyu görebilmek için ilk adımlardan biri, kendi gerçekliklerimizi görebilmekten geçiyordur. Örneğin, 1930'da Uruguay'ın başkentinde düzenlenen ilk futbol dünya şampiyonasına gitmeye çalışanların hikâyesini anlatan Montevideo adlı filmdeki şu cümle gibi:
"Hayat hakkında çok az şey ve futbol hakkında her şeyi biliyordum."
Yaşama bilgisini edinebilmek, Küçükkaya'nın sözünü ettiği "hayal gücü"yle mümkün gibi geliyor bana.
Ve hayal gücümüz ne kadar gelişmişse, "hayat hakkında çok az şey ve örneğin tıp, örneğin hukuk, örneğin estetik, örneğin siyaset vs. hakkında her şeyi biliyorum." demeye devam edeceğiz. Bu çok büyük bir farkındalık... Bu farkındalık da ancak gelişmiş bir hayal gücü sayesinde edinilebilir...
İletişim dediğimiz disiplin ise ne yazık ki, örneğin fizikte, kimyada, matematikte vs. olduğu gibi "yaşam bilgisi" pek olmasa da üstesinden gelinebilecek alanlardan biri değil. İletişim, hayat hakkında çok şey bilmeyi gerektiriyor. Bu yüzden hayal gücüne de çok fazla ihtiyaç duyuyor. İletişim, hayatın ta kendisi, adeta...
Önemli duygu, önemsiz duygu... Şehit haberlerinin ailelerine ulaştığında yaşanan dramlar bir yanda dururken, diğer yanda örneğin örneğin Flash TV'de bütün gün kolbastı oynayanları izlemek arasındaki sıçramalı duyguları aklınızdan geçirin. En iç kıyıcı sahneyle en ruhsuzu bir arada. TV haberlerini dikkatlice izlediğimizde, seyredilmesi fevkalade güç beş tane dramatik film sahnesini artarda yaşamışçasına yorulanımız ile domuz gibi seyredenimiz bir arada yaşamak durumundayız. İşte o zaman Camus'nün "çok sayıda önemsiz duygu"su devreye giriyor ve bu duyguların başında da, son derece masum ve pratik nedenlerle "hayatta kalabilme" adına "kanıksamak"tan başlayarak bir dolu "sıradan" duygu arz-ı endam ediyor. İnsan her an ölüm bilinciyle birlikte yaşayamıyor. Ve "iyi ki böyle, çünkü sürekli ölüm bilinciyle yaşanmaz ki."
Siyaset, bu duyguların elbette farkındadır. Bazen kullanır, bazen ilgilenmez. Diğer yandan tüm ülke insanlarının hem nabzını tutarak hem de onları tepeden görerek yönetmek durumunda olan siyasi iktidarlardan, yukarıda anlatmaya çalıştığım "kaotik hislenme"yi kuşatacak kadar derin bir "estetik" bakış açısı beklemek inandırıcı da, gerçekçi de değildir.
Siyaset, "az sayıdaki önemli ve çok sayıdaki önemsiz duygu"nun bekasından sorumlu olduğunun farkında olsun yeter.
İki yakışmamış reklam...
Arabayı sağa çektim. İndim. Cep telefonumu çıkarıp otobüs durağının yan yüzündeki o reklamı kaydettim. Yoksa kimseyi inandıramam, diye düşündüm.
Aynı şeyi Turkcell de düşünmüş olmalı ki, kısa bir süre sonra onlar da reklamı tedavülden kaldırdılar. Zaten yandan desteklemiyor; kampanya haline getirmiyorlardı.
Olay şu: Dik duran afişin sol yarısında 1940'ların Hollywood filmlerinden fırlamış genç bir bayan yine o dönemden kalma bir telefonla konuşuyor.
Normalde maksimum üç saniye bakılabilen reklamdaki kilit mesajlara bakalım şimdi:
1. "Geleceğin teknolojisi fiberle avantajlı konuşun" (Emir kipinde mesaj ters teper, hiçbir işe yaramaz);
2. Her yöne 300 dk sadece 13.99 TL (Bu mesajda bir asterisk (*) var. Alttaki asteriski ve açıklamayı fotoğrafta bile bulup okuyamadım)...
3. + Dect Telefon hediye. (Hemen altında iki tane masa telefonu resmi var. Biri siyah, diğeri beyaz...
4. Altta sarı bant içinde siyah bir yazı var, okunmuyor.
5. Onun da altında Turkcell Superonline logoları var. Onlar okunuyor Allah'tan.
6. Geçtik sola; en altta karınca duası gibi, kimse okumasın diye yazılmış 8-10 satır. Devletin mecburi koydurduğu açıklamaları çağrıştırıyor. Milli Piyango'nun izin belgesi gibi.
6. Sol altta, herhalde anlaşılmaz diye bir mesaj tekrarlanmış. Bu kez sarı daire içinde: Dect Telefon Hediye.
7. Ve nihayet sol üst köşede reklamın esas veriliş nedenini anlatan bir başka kilit mesaj: "Geçmişi sök at! Fibere atla!" Bu cümlenin o 1940'lardan kalma Hollywood kadınının tam üstüne denk gelmesi ayrı bir olay doğrusu. Fibere atla!.. Pes doğrusu.
Turkcell'e hiç mi hiç yakışmamış. Tutacak yeri yok.
Tutacak yeri olmayan reklamlardan biri de Renault Fluence'ten. Huysuz, şımarık, kıl kızlı hani... Yanındaki kız arkadaşına, klimayı, navigasyon aletini, müzik setini, arkadaki geniş mesafeyi gösterip, sürekli "Bundan sizden var mı?" diye soran.
Finalde de babasının yanındaki erkek arkadaşına dönüp kızını göstererek "Bundan sizde var mı? "diye kızıyla kafa bulduğu (!) reklam... Çok iyi reklamlara imza atmış olan Renault'ya hiç yakışmamış... Nerede o bizden mesajları? Bu reklamın aracın plakası hariç neresi bizden?.. Renault'ya hiç yakışmamış.
Özlem Hanım, çok sayıda ülkeden Ketchum'un iş ortağı ajansların üst düzey yöneticilerinin katıldığı ‘zirve'den değerli bilgi ve tecrübe paylaşımlarıyla döndü. Ancak anlattıkları ve etkilendikleri arasında en çarpıcı olanı, hiç şüphesiz Marks & Spencer'in kurumsal ilişkiler departmanı direktörünün yaptığı konuşmaydı.
Marks & Spencer'de ilginç, daha doğrusu bizde henüz ‘telaffuz' edilmeyen görevler olduğunu biliyorduk; Head of Sustainable Business (Sürdürülebilir İş Başkanı), Climate Change Manager (İşyeri İklimi Değişikliği Yöneticisi) vb... O yüzden Corporate Affairs'in (Kurumsal İlişkiler) ile Public Affairs'in (Kamusal İlişkiler) İletişim Yönetimi'nden, Halkla İlişkiler'den ve Reklam - Tanıtım'dan farklı olarak ele alınmasını, hepsinin başında ayrı birer direktörün bulunmasını yadırgamadık.
Yadırganabilecek ve "değişik" bulunabilecek olan, Ketchum'un kendi müşterisi olmayan Marks & Spencer'in kurumsal iletişimden sorumlu yöneticisini davet etmesi ve daha da ilginci, Marks & Spencer'e hizmet veren iletişim ajanslarının kahırlarından harakiri yapmamaları, olayı tüm doğallığı içinde algılayabilmeleriydi.
Orada yapılan tespitlerin bir özetini bizim sektörle de paylaşmakta yarar var. Pek çoğu kendilerine hiç yabancı gelmeyecektir. Belki birbirlerinden binlerce km uzaktaki ülkelerde iletişim danışmanlığı ve uygulaması sektörlerinin, aynı sona ve sorunlara doğru koştuğunu ve "Ben sizi deli gibi seviyorum", "Kapınızda 24 saat yatarım", "Kendinizi özel hissettiririm" gibi numaraların bir süre sonra hiçbir işe yaramayacağını tespit etmek, en azından "hissetmenin" dışında "düşünmenin"de devreye girmesine bir katkı sağlayabilir. Çünkü bu işler akıl'la çözülür, "his"le değil...
İşte o "inciler"den bir demet:
"Ajansların direktörleri aşmaya ve en tepeye ulaşmaya çalışmaları çok yanlış. Bizi ‘es geçmenin' (bypass) bedelini bir gün mutlaka öderler."
"İletişim danışmanının görevi benim ona verdiğimle tatmin olmak, benim dediğim yönde işi adam gibi yapmaktır. Fazlası değil."
"Şirketle ilgili senin bilemeyeceğin bir sürü ayrıntı vardır. Ben şimdi niye oturup bunları sana saatlerce anlatayım!.. Sen işine bak! Zorlama! Ben ancak istediğim kadar seni işin içine sokarım."
"Give me substance not Shakespeare." (Bana işe yarar bir şeyler ver, Shakespeare'lik taslama.)
"Biz gri saçı severiz. Yani deneyimli arkadaşları. Bizi çoluk çocukla muhatap etmeyin!"
"Biz standart, yaratıcı, farklı olmayan sunumları yasakladık. Tavsiyem, siz de yasaklayın!"
Bu Özlem Hanım'ın bize aktardıklarının sadece bir kısmı. Özlem, olaya yıllarca masanın öte tarafından, yani ‘hizmet gören' tarafından bakmış bir arkadaşımız... Yine de etkilenmiş. Çok daha ağır ve hazmı zor sözlere muhatap olduklarını ve toplantı bittikten sonra kendilerine gelmek için birkaç bardak koyu kahve içmek zorunda kaldıklarını söylüyor. Bizde de hizmet anlayışının benzer yönde gelişmekte olduğunu, önden görenlerle (örneğin bazı reklamcılar) sonradan görecek olanlar arasında oluşabilecek bir uçurumun işaretleri şimdiden belli oluyor.
"Az sayıdaki önemli duygu"
Akşam'ın Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın "mutluluğun biraz çaba, biraz da hayal gücü istediği" yolundaki yazısını kaçırdıysanız bulup okumanızda yarar var. Camus'den yaptığı alıntıyı görünce hislenmemek zor...
Çok güzel bir yazıydı. Tam da Camus'nün "Defterler 1"iyle ilgili notlara göz gezdirdiğim bir ana denk geldi.
"Mutluluk sözcüğü, sıradan ‘mutluyum' sözünden anlaşılanın hayli zıddıdır" demiş Camus ve tüm yaşamda "az sayıda önemli duygu ve çok sayıda önemsiz duygu" olduğunun altını çizmiş.
Evet, az dayıdaki önemli duygunun, elit olanın, yüksek sanatın, dünyaya yön vermesini arzulamak kadar doğal ne olabilir? Çünkü "estetik" kadar, çelişkileri "sözün bittiği yerden çok daha ötesine" kadar götürdüğünüzde bile taşıyabilecek başkaca bir alan arasınız da bulamazsınız.
Camus, işi çözmüş. Meselenin, "yazma bilgisini aşan yaşama bilgisini elde
etmek" olduğunu söylüyor. Belki de az ya da çok sayıdaki önemli veya önemsiz duyguyu görebilmek için ilk adımlardan biri, kendi gerçekliklerimizi görebilmekten geçiyordur. Örneğin, 1930'da Uruguay'ın başkentinde düzenlenen ilk futbol dünya şampiyonasına gitmeye çalışanların hikâyesini anlatan Montevideo adlı filmdeki şu cümle gibi:
"Hayat hakkında çok az şey ve futbol hakkında her şeyi biliyordum."
Yaşama bilgisini edinebilmek, Küçükkaya'nın sözünü ettiği "hayal gücü"yle mümkün gibi geliyor bana.
Ve hayal gücümüz ne kadar gelişmişse, "hayat hakkında çok az şey ve örneğin tıp, örneğin hukuk, örneğin estetik, örneğin siyaset vs. hakkında her şeyi biliyorum." demeye devam edeceğiz. Bu çok büyük bir farkındalık... Bu farkındalık da ancak gelişmiş bir hayal gücü sayesinde edinilebilir...
İletişim dediğimiz disiplin ise ne yazık ki, örneğin fizikte, kimyada, matematikte vs. olduğu gibi "yaşam bilgisi" pek olmasa da üstesinden gelinebilecek alanlardan biri değil. İletişim, hayat hakkında çok şey bilmeyi gerektiriyor. Bu yüzden hayal gücüne de çok fazla ihtiyaç duyuyor. İletişim, hayatın ta kendisi, adeta...
Önemli duygu, önemsiz duygu... Şehit haberlerinin ailelerine ulaştığında yaşanan dramlar bir yanda dururken, diğer yanda örneğin örneğin Flash TV'de bütün gün kolbastı oynayanları izlemek arasındaki sıçramalı duyguları aklınızdan geçirin. En iç kıyıcı sahneyle en ruhsuzu bir arada. TV haberlerini dikkatlice izlediğimizde, seyredilmesi fevkalade güç beş tane dramatik film sahnesini artarda yaşamışçasına yorulanımız ile domuz gibi seyredenimiz bir arada yaşamak durumundayız. İşte o zaman Camus'nün "çok sayıda önemsiz duygu"su devreye giriyor ve bu duyguların başında da, son derece masum ve pratik nedenlerle "hayatta kalabilme" adına "kanıksamak"tan başlayarak bir dolu "sıradan" duygu arz-ı endam ediyor. İnsan her an ölüm bilinciyle birlikte yaşayamıyor. Ve "iyi ki böyle, çünkü sürekli ölüm bilinciyle yaşanmaz ki."
Siyaset, bu duyguların elbette farkındadır. Bazen kullanır, bazen ilgilenmez. Diğer yandan tüm ülke insanlarının hem nabzını tutarak hem de onları tepeden görerek yönetmek durumunda olan siyasi iktidarlardan, yukarıda anlatmaya çalıştığım "kaotik hislenme"yi kuşatacak kadar derin bir "estetik" bakış açısı beklemek inandırıcı da, gerçekçi de değildir.
Siyaset, "az sayıdaki önemli ve çok sayıdaki önemsiz duygu"nun bekasından sorumlu olduğunun farkında olsun yeter.
İki yakışmamış reklam...
Arabayı sağa çektim. İndim. Cep telefonumu çıkarıp otobüs durağının yan yüzündeki o reklamı kaydettim. Yoksa kimseyi inandıramam, diye düşündüm.
Aynı şeyi Turkcell de düşünmüş olmalı ki, kısa bir süre sonra onlar da reklamı tedavülden kaldırdılar. Zaten yandan desteklemiyor; kampanya haline getirmiyorlardı.
Olay şu: Dik duran afişin sol yarısında 1940'ların Hollywood filmlerinden fırlamış genç bir bayan yine o dönemden kalma bir telefonla konuşuyor.
Normalde maksimum üç saniye bakılabilen reklamdaki kilit mesajlara bakalım şimdi:
1. "Geleceğin teknolojisi fiberle avantajlı konuşun" (Emir kipinde mesaj ters teper, hiçbir işe yaramaz);
2. Her yöne 300 dk sadece 13.99 TL (Bu mesajda bir asterisk (*) var. Alttaki asteriski ve açıklamayı fotoğrafta bile bulup okuyamadım)...
3. + Dect Telefon hediye. (Hemen altında iki tane masa telefonu resmi var. Biri siyah, diğeri beyaz...
4. Altta sarı bant içinde siyah bir yazı var, okunmuyor.
5. Onun da altında Turkcell Superonline logoları var. Onlar okunuyor Allah'tan.
6. Geçtik sola; en altta karınca duası gibi, kimse okumasın diye yazılmış 8-10 satır. Devletin mecburi koydurduğu açıklamaları çağrıştırıyor. Milli Piyango'nun izin belgesi gibi.
6. Sol altta, herhalde anlaşılmaz diye bir mesaj tekrarlanmış. Bu kez sarı daire içinde: Dect Telefon Hediye.
7. Ve nihayet sol üst köşede reklamın esas veriliş nedenini anlatan bir başka kilit mesaj: "Geçmişi sök at! Fibere atla!" Bu cümlenin o 1940'lardan kalma Hollywood kadınının tam üstüne denk gelmesi ayrı bir olay doğrusu. Fibere atla!.. Pes doğrusu.
Turkcell'e hiç mi hiç yakışmamış. Tutacak yeri yok.
Tutacak yeri olmayan reklamlardan biri de Renault Fluence'ten. Huysuz, şımarık, kıl kızlı hani... Yanındaki kız arkadaşına, klimayı, navigasyon aletini, müzik setini, arkadaki geniş mesafeyi gösterip, sürekli "Bundan sizden var mı?" diye soran.
Finalde de babasının yanındaki erkek arkadaşına dönüp kızını göstererek "Bundan sizde var mı? "diye kızıyla kafa bulduğu (!) reklam... Çok iyi reklamlara imza atmış olan Renault'ya hiç yakışmamış... Nerede o bizden mesajları? Bu reklamın aracın plakası hariç neresi bizden?.. Renault'ya hiç yakışmamış.