"Sizi anlıyorum" ile "Size katılıyorum"un farkı ne?
"Sizi anlıyorum" ifadesinin "Size katılıyorum" anlamına gelmediğini iletişim sektörü doksanlı yıllarda öğrenmişti. Gayet iyi hatırlıyorum; Acar Baltaş dostumuz davet edildiği toplantılarda özellikle kurum içi iletişime ilişkin seminerlerinde "Anlıyorum" sözcüğünün önemini hayatımızın içinden çeşitli örneklerle anlatırdı. O yıllardan bu yana çok zaman geçti ve bu klasikleşen bilgi, sektöre yeni dahil olanlar tarafından da çalışma hayatımızın içine yerleşir oldu. Günümüzde yolu iletişimden geçen herkes, "anlıyorum" ile "size katılıyorum" ifadelerinin çok farklı anlamlar taşıdığını gayet iyi bilir.
Gazeteci Işık Kansu, bu iki ifadeyi "algılama kalıpları"nın içinde buluşturmuş olmalı ki, bir süre önce Cumhuriyet Gazetesi'nin Ankara Kulisi köşesinde şöyle yazmış:
"Akşam Gazetesi yazarı Ali Saydam CNNTürk'de Ayşenur Arslan'a, Başbakan'ın Cumhuriyet'i terör ile ilgili toplantıya çağırmamasını uygun bulduğunu söyledi.(Ben o programda Ayşegül Arslan'a Başbakan'ın Cumhuriyet'i ve Sözcü'yü neden davet etmediğini sadece "anlıyorum" demiştim.)
"Sabah kalkıyor, Başbakan ne derse yanlıştır, diyorlar. Bu tepki Başbakan'ı ciddi olarak rahatsız ediyor olabilir. Cumhuriyet ve özellikle de Sözcü böyle bir algı yaratıyor." (Ben böyle bir cümle kurmadım. Sadece, "Bazı yayın organları muhalefet yapmıyor; muhalif partiymiş gibi davranıyor. Başbakan'ın muhalif parti gibi davranan medya organlarını davet etmemesini anlıyorum. Ama ben olsam herkesi davet ederdim'"dedim. Yayın benim kayıtlarımda mevcut.)
Ali Bey de sabah akşam Başbakan'ı övsün rahatlasın. Başı göğe erer belki."
İlk cümlesinden başlayan yanlış yazının tümünde devam etmiş. Başbakan'ın Cumhuriyet gazetesini terör ile ilgili toplantıya çağırmamasını "uygun bulduğumu" söylemiş olmam mümkün mü? Bir kere haddim de değil, işim de değil. Elbette "uygun bulduğumu" değil, "anladığımı" söyledim. Başbakan'ı anladığımı ifade ettim. Tıpkı daha önceki dönemlerde benzer toplantılar düzenleyip de örneğin Yeni Şafak veya Akit gazetelerinden gazeteci davet etmeyen Genel Kurmay'ı anladığımı ifade ettiğim gibi... Ardından da ekledim:
"Başbakan'ın yerinde ben olsaydım tüm gazetelere açık bir basın toplantısı düzenlerdim."
Işık Kansu belli ki bu cümlemi "anlamak" istememiş. Oysa iletişimin temel özelliklerinin başında "karşı tarafı anlamak" gelir. İletişim "katılmak"'la değil, "anlamak"'la ilgilidir. Katılmadan anlamak mümkün mü? Elbette mümkün. Siz hiç yüzde yüz mutabık kalınabildiğine tanık oldunuz mu? Neden? Çünkü farklı kültürlerden, farklı değerlerden gelen insanların aynı eğitimin içinden geçseler bile yüzde yüz mutabık olmaları sözkonusu olamaz. Ama birbirlerinin fikirlerine katılmayan insanların anlaşabilmeleri imkan dahilindedir. Farklı düşünmek ve ayrı düşüncelerde olmak birbirimizi anlamamız için engel değil. Mutabık olmak zorunda da değiliz.
Anlamaya çalışanları anlamamak bana demokrasiyi sindirememiş, içselleştirememiş insanları çağrıştırıyor. Onların gözünde eğer yıllarca aynı şeyleri söyler, aynı görüşe biat eder, hiçbir şeyi sorgulamaz, sürekli aynı tarafta olursanız "makbul insan", ancak tarafsız olmaya çalışır, tüm tarafların doğrularını merak edip, bulup, çıkarmaya çalışırsanız ya da tüm tarafların yanlışlarını gösterirseniz ya yalaka olursunuz, ya oportünist... Ya dönek, ya da omurgasız. Tasallutlarımı bırakalı neredeyse kırk yıl oldu. O zamandan bu yana doğadan insana kadar aşkın her türü dışında hiçbir fikrin, kişinin ya da grubun tasallutu altına girmedim.
İnsan Toplum Kültür Mirası Sertifika Programı
Boğaziçi Üniversitesi ile Bersay İletişim Enstitüsü biraraya gelerek mükemmel bir projeye imza atmışlar. Bildiğim kadarıyla Prof. Dr. Ali Murat Vural, bu program üzerinde bir yıldan fazladır çalışıyordu. Sonunda program şekillenince, bu kez Boğaziçi Üniversitesi'nden Yaşamboyu Eğitim Merkezi Müdürü Dr. Tamer Atabarut ile biraraya gelerek programa son şeklini vermişler. Aklın yolu bir; Dr. Tamer Atabarut da bu konu üzerinde Ali Murat Hoca'dan habersiz çalışıyormuş. Bu buluşma sonrasında ortaya neredeyse "Yüksek Lisans" ayarında bir Sertifika Programı çıkmış.
Gerekçe olarak ortaya koyduklarına bakılacak olursa çıkış noktaları Türkiye'de eğitimin gereğinden fazla dikey olması. Oysa iletişim pratiğinde beklenti daha çok yatay birikim gerektiriyor. Yani pazarlamanın beş P'sini bilmek, farklılaşamazsan "öleceğini" tespit etmek, kriz iletişiminde atılacak 10 adımı bir çırpıda sıralayıvermek, çift taraflı simetrik ilişkiyle tek yönlü asimetrik ilişki arasındaki farkı anlamak, medya ilişkilerinde başarılı olmak için her türlü melekeyi elde etmiş olmak, reklamın akademik boyutunu yalayıp yutmak, araştırmanın her çeşidini bilmek ve "okumak", itibar kriterlerini ezbere döktürmek, ölçümlemenin belini kırmak, günümüzde rekabetçi avantaj kazanmak için son derece gerekli ama yeterli değil. Peki yeterliliği sağlayacak olan nedir? Hangi büyülü, hangi tılsımlı özellik rekabet avantajını temin etmemizi sağlar? Bunun bir tek adı vardır: Sağlam bir dünya görüşü.
Sağlam bir dünya görüşüne giden yolda ilk atılacak adım ne olabilir peki? Tabii ki, temelleri sağlamlaştırmak. Yani fundemental'leri güçlendirmek. Binayı depreme dayanıklı hale getirmek gibidir bu çaba.
Milliyet'te çalışırken FB'nin o zamanki antrenörü Rausch'la bir söyleşi yapmıştım. Adam demişti ki; "Benden futbolculara top sürmesini, şut atmasını, çift ve tek dalmayı, çalım atmayı öğretmemi bekliyorlar. Bunlar fundemental'lerdir. Ben teknik direktörüm; bunları öğretemem."
Doğru ama eksik."Vermeyince mabut, neylesin Mahmut?" Türkiye'de aslında her fakülte için gerekli olan sosyoloji, mantık, felsefe, tarih, coğrafya, psikoloji, estetik, güzel sanatlar, edebiyat gibi temel kültür derslerini ne yazık ki üniversite eğitimi devre dışı bırakıyor. Eğitim sistemi gençlere gerekli olan derinliği kazandıramıyorsa, kafalar yüzeyde kalıyorsa iş başa düştü demektir. Profesyoneller kendi başlarının çaresine bakmak durumundadırlar. İşte bu program da tam da bu noktada devreye giriyor. Büyük bir çoğunluğuna katılmayı düşündüğüm proje neye cevap verecek? İnanılmaz bir açığı bir nebze olsun kapatma şansı tanıyacak.
Program kimi nitelikleriyle ülkemizde bir ilk olma özelliği de taşıyormuş.
Öncelikle modüler bir programmış. Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Felsefe, Edebiyat ve Güzel Sanatlar gibi bilimin ve sanatın en temel alanlarına yönelik altı modülden oluşuyormuş. Kısaca, dileyen dilediği modülden başlayabiliyor. Her modül 7 haftalık (daha doğrusu 7 Cumartesi) ve her hafta (her Cumartesi) altı saatlik eğitimlerden oluşuyor. Her dersin 7 ana konu başlığı bulunuyor.
Prof. Dr. Ali Murat Hoca diyor ki:
"Hızla değişen dünyamızda, ihtiyaç duyulan en temel bilgilerin hızlıca güncellenmesi gerekiyor. Programın hedef kitlesini Türkiye'de ve dünyada yaşanan hızlı ve köklü değişimleri anlayıp yorumlamaya çalışan profesyoneller oluşturuyor.
Program hakikaten de ifade ediliş biçimiyle de "bugünün dünyasında bu değişimi yakalamak, dünü, bugünü ve geleceği anlamak isteyen, yaşanan değişimle birlikte ortaya çıkan bilgi eksikliğini gidererek, yeni bir birikim, vizyon ve düşünsel derinlik yakalamak isteyenler için" eşsiz bir fırsat sunuyor.
Sadece iletişimden değil her alandan profesyonellere açık olan program, bilimin temel alanlarında, önce insanı, sonra içinde yaşanılan toplumu ve toplumların ürettiği kültürü tanıyıp anlama, anlamlandırma ve yorumlama açısından olduğu kadar, entelektüel bilginin güncellenerek genişletilmesi, böylelikle farklılaşmanın elde edilmesi boyutuyla da önem arzediyor."
Hocanın ve programın vaadi çok iyi. İş, üç nalla bir ata kalmış... Yani, katılımcılara, hocalara ve de katılımcıların kendilerine sağlayacakları bireysel avantajların hayata geçirilmesine...
Ben şimdilik "Güzel Sanatlar" modülüne göz koydum. Bakın hangi derslere girmenin hayalini kuruyorum: Osmanlı Estetiğinin Felsefi Temelleri- Dücane Cündioğlu, Zaman İçinde Müzik--Evin İlyasoğlu, Tiyatroda Büyük Eserler-Aylin Alıveren, Operayı Anlamak -Ufuk Çakmak, Çağdaş Resim ve Heykel - Prof. Devrim Erbil, Toplum ve Sanat (3 saat)- Yard. Doç. Barış Büyükokutan, Klasik Batı Müziğinde Temel Eserler- Prof. Gülper Refiğ.
Hürrem'in yüzüğü
Muhteşem Yüzyıl dizisi anlaşılan Kapalıçarşı’ya nur gibi yağmış. Bakın Mücevher İhracatçıları Birliği Başkanı Ayhan Güner ne demiş: “Hürrem Sultan yüzüğü 1 milyon adetten fazla sattı. Osmanlı Saray kültüründeki elmaslı takıların Türkiye'de yapılan yeni üretimleri dünya mücevher pazarında ciddi bir yere sahip olma potansiyeli taşıyor. Özellikle Orta Doğu'da Türk dizilerinin aldığı rekor izlenme oranları ile Türk mücevher ve giysi modasına duyulan hayranlık nedeniyle Orta Doğu pazarı mücevher ihracatı için çok büyük bir potansiyele sahip. Bu nedenle, zengin mücevher kültürümüzü çağdaş bir yorum ile dünyaya tanıtmak amacıyla bu yıl düzenlediğimiz yarışmanın konseptini 'Çağdaş Yorum İle Geleneksel Türk Mücevheri' olarak belirledik.”
Dizi daha işin başında. Pek çok Ortadoğu ve Avrupa ülkesine satılacaktır. Bir dizinin bazen hayatı ciddi şekilde etkilediğine tanık olmuşuzdur. Beyaz Gölge’nin Türkiye’de basketbol kültürünü tetiklemesi gibi. Muhteşem Yüzyıl da çok renkli bir ticari dünyanın kapılarını aralayacaktır.
Hiç şüphesiz dizi için de pek çok tarihsel çarpıtma olabilir; bu da zaten belgesel değil dizidir. Her türlü fanteziye açıktır. Ben özellikle dizide kadınların başlarına taktıkları ziynet eşyalarına bayılıyorum. Bir takı bir kadının başına bu kadar mı yakışır? Osmanlı’nın sadece gücünü değil de zevkini de göstermesi açısından Muhteşem Yüzyıl, ciddi bir elçi olacaktır.
Hiç şüphesiz dizide, Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık saltanatının sadece birbuçuk yılını sarayda geçirdiği yolunda bir algı elde edilmese de, dünyadaki pek çok tarihsel popüler dizi örneklerinde olduğu gibi yapılan işin bir “drama” olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Amadeus Mozart’ı izlediğimiz filmde de kurgunun, dramanın gerçekliği ile ünlü bestecinin hayatı arasında benzerlik bulamayabiliriz. Diğer yandan diziyi “gerçeklere uygunluk” açısından eleştirenlerin de olmasını arzu ettikleri bir çalışma yapmaları pekala mümkündür.
Gazeteci Işık Kansu, bu iki ifadeyi "algılama kalıpları"nın içinde buluşturmuş olmalı ki, bir süre önce Cumhuriyet Gazetesi'nin Ankara Kulisi köşesinde şöyle yazmış:
"Akşam Gazetesi yazarı Ali Saydam CNNTürk'de Ayşenur Arslan'a, Başbakan'ın Cumhuriyet'i terör ile ilgili toplantıya çağırmamasını uygun bulduğunu söyledi.(Ben o programda Ayşegül Arslan'a Başbakan'ın Cumhuriyet'i ve Sözcü'yü neden davet etmediğini sadece "anlıyorum" demiştim.)
"Sabah kalkıyor, Başbakan ne derse yanlıştır, diyorlar. Bu tepki Başbakan'ı ciddi olarak rahatsız ediyor olabilir. Cumhuriyet ve özellikle de Sözcü böyle bir algı yaratıyor." (Ben böyle bir cümle kurmadım. Sadece, "Bazı yayın organları muhalefet yapmıyor; muhalif partiymiş gibi davranıyor. Başbakan'ın muhalif parti gibi davranan medya organlarını davet etmemesini anlıyorum. Ama ben olsam herkesi davet ederdim'"dedim. Yayın benim kayıtlarımda mevcut.)
Ali Bey de sabah akşam Başbakan'ı övsün rahatlasın. Başı göğe erer belki."
İlk cümlesinden başlayan yanlış yazının tümünde devam etmiş. Başbakan'ın Cumhuriyet gazetesini terör ile ilgili toplantıya çağırmamasını "uygun bulduğumu" söylemiş olmam mümkün mü? Bir kere haddim de değil, işim de değil. Elbette "uygun bulduğumu" değil, "anladığımı" söyledim. Başbakan'ı anladığımı ifade ettim. Tıpkı daha önceki dönemlerde benzer toplantılar düzenleyip de örneğin Yeni Şafak veya Akit gazetelerinden gazeteci davet etmeyen Genel Kurmay'ı anladığımı ifade ettiğim gibi... Ardından da ekledim:
"Başbakan'ın yerinde ben olsaydım tüm gazetelere açık bir basın toplantısı düzenlerdim."
Işık Kansu belli ki bu cümlemi "anlamak" istememiş. Oysa iletişimin temel özelliklerinin başında "karşı tarafı anlamak" gelir. İletişim "katılmak"'la değil, "anlamak"'la ilgilidir. Katılmadan anlamak mümkün mü? Elbette mümkün. Siz hiç yüzde yüz mutabık kalınabildiğine tanık oldunuz mu? Neden? Çünkü farklı kültürlerden, farklı değerlerden gelen insanların aynı eğitimin içinden geçseler bile yüzde yüz mutabık olmaları sözkonusu olamaz. Ama birbirlerinin fikirlerine katılmayan insanların anlaşabilmeleri imkan dahilindedir. Farklı düşünmek ve ayrı düşüncelerde olmak birbirimizi anlamamız için engel değil. Mutabık olmak zorunda da değiliz.
Anlamaya çalışanları anlamamak bana demokrasiyi sindirememiş, içselleştirememiş insanları çağrıştırıyor. Onların gözünde eğer yıllarca aynı şeyleri söyler, aynı görüşe biat eder, hiçbir şeyi sorgulamaz, sürekli aynı tarafta olursanız "makbul insan", ancak tarafsız olmaya çalışır, tüm tarafların doğrularını merak edip, bulup, çıkarmaya çalışırsanız ya da tüm tarafların yanlışlarını gösterirseniz ya yalaka olursunuz, ya oportünist... Ya dönek, ya da omurgasız. Tasallutlarımı bırakalı neredeyse kırk yıl oldu. O zamandan bu yana doğadan insana kadar aşkın her türü dışında hiçbir fikrin, kişinin ya da grubun tasallutu altına girmedim.
İnsan Toplum Kültür Mirası Sertifika Programı
Boğaziçi Üniversitesi ile Bersay İletişim Enstitüsü biraraya gelerek mükemmel bir projeye imza atmışlar. Bildiğim kadarıyla Prof. Dr. Ali Murat Vural, bu program üzerinde bir yıldan fazladır çalışıyordu. Sonunda program şekillenince, bu kez Boğaziçi Üniversitesi'nden Yaşamboyu Eğitim Merkezi Müdürü Dr. Tamer Atabarut ile biraraya gelerek programa son şeklini vermişler. Aklın yolu bir; Dr. Tamer Atabarut da bu konu üzerinde Ali Murat Hoca'dan habersiz çalışıyormuş. Bu buluşma sonrasında ortaya neredeyse "Yüksek Lisans" ayarında bir Sertifika Programı çıkmış.
Gerekçe olarak ortaya koyduklarına bakılacak olursa çıkış noktaları Türkiye'de eğitimin gereğinden fazla dikey olması. Oysa iletişim pratiğinde beklenti daha çok yatay birikim gerektiriyor. Yani pazarlamanın beş P'sini bilmek, farklılaşamazsan "öleceğini" tespit etmek, kriz iletişiminde atılacak 10 adımı bir çırpıda sıralayıvermek, çift taraflı simetrik ilişkiyle tek yönlü asimetrik ilişki arasındaki farkı anlamak, medya ilişkilerinde başarılı olmak için her türlü melekeyi elde etmiş olmak, reklamın akademik boyutunu yalayıp yutmak, araştırmanın her çeşidini bilmek ve "okumak", itibar kriterlerini ezbere döktürmek, ölçümlemenin belini kırmak, günümüzde rekabetçi avantaj kazanmak için son derece gerekli ama yeterli değil. Peki yeterliliği sağlayacak olan nedir? Hangi büyülü, hangi tılsımlı özellik rekabet avantajını temin etmemizi sağlar? Bunun bir tek adı vardır: Sağlam bir dünya görüşü.
Sağlam bir dünya görüşüne giden yolda ilk atılacak adım ne olabilir peki? Tabii ki, temelleri sağlamlaştırmak. Yani fundemental'leri güçlendirmek. Binayı depreme dayanıklı hale getirmek gibidir bu çaba.
Milliyet'te çalışırken FB'nin o zamanki antrenörü Rausch'la bir söyleşi yapmıştım. Adam demişti ki; "Benden futbolculara top sürmesini, şut atmasını, çift ve tek dalmayı, çalım atmayı öğretmemi bekliyorlar. Bunlar fundemental'lerdir. Ben teknik direktörüm; bunları öğretemem."
Doğru ama eksik."Vermeyince mabut, neylesin Mahmut?" Türkiye'de aslında her fakülte için gerekli olan sosyoloji, mantık, felsefe, tarih, coğrafya, psikoloji, estetik, güzel sanatlar, edebiyat gibi temel kültür derslerini ne yazık ki üniversite eğitimi devre dışı bırakıyor. Eğitim sistemi gençlere gerekli olan derinliği kazandıramıyorsa, kafalar yüzeyde kalıyorsa iş başa düştü demektir. Profesyoneller kendi başlarının çaresine bakmak durumundadırlar. İşte bu program da tam da bu noktada devreye giriyor. Büyük bir çoğunluğuna katılmayı düşündüğüm proje neye cevap verecek? İnanılmaz bir açığı bir nebze olsun kapatma şansı tanıyacak.
Program kimi nitelikleriyle ülkemizde bir ilk olma özelliği de taşıyormuş.
Öncelikle modüler bir programmış. Psikoloji, Sosyoloji, Tarih, Felsefe, Edebiyat ve Güzel Sanatlar gibi bilimin ve sanatın en temel alanlarına yönelik altı modülden oluşuyormuş. Kısaca, dileyen dilediği modülden başlayabiliyor. Her modül 7 haftalık (daha doğrusu 7 Cumartesi) ve her hafta (her Cumartesi) altı saatlik eğitimlerden oluşuyor. Her dersin 7 ana konu başlığı bulunuyor.
Prof. Dr. Ali Murat Hoca diyor ki:
"Hızla değişen dünyamızda, ihtiyaç duyulan en temel bilgilerin hızlıca güncellenmesi gerekiyor. Programın hedef kitlesini Türkiye'de ve dünyada yaşanan hızlı ve köklü değişimleri anlayıp yorumlamaya çalışan profesyoneller oluşturuyor.
Program hakikaten de ifade ediliş biçimiyle de "bugünün dünyasında bu değişimi yakalamak, dünü, bugünü ve geleceği anlamak isteyen, yaşanan değişimle birlikte ortaya çıkan bilgi eksikliğini gidererek, yeni bir birikim, vizyon ve düşünsel derinlik yakalamak isteyenler için" eşsiz bir fırsat sunuyor.
Sadece iletişimden değil her alandan profesyonellere açık olan program, bilimin temel alanlarında, önce insanı, sonra içinde yaşanılan toplumu ve toplumların ürettiği kültürü tanıyıp anlama, anlamlandırma ve yorumlama açısından olduğu kadar, entelektüel bilginin güncellenerek genişletilmesi, böylelikle farklılaşmanın elde edilmesi boyutuyla da önem arzediyor."
Hocanın ve programın vaadi çok iyi. İş, üç nalla bir ata kalmış... Yani, katılımcılara, hocalara ve de katılımcıların kendilerine sağlayacakları bireysel avantajların hayata geçirilmesine...
Ben şimdilik "Güzel Sanatlar" modülüne göz koydum. Bakın hangi derslere girmenin hayalini kuruyorum: Osmanlı Estetiğinin Felsefi Temelleri- Dücane Cündioğlu, Zaman İçinde Müzik--Evin İlyasoğlu, Tiyatroda Büyük Eserler-Aylin Alıveren, Operayı Anlamak -Ufuk Çakmak, Çağdaş Resim ve Heykel - Prof. Devrim Erbil, Toplum ve Sanat (3 saat)- Yard. Doç. Barış Büyükokutan, Klasik Batı Müziğinde Temel Eserler- Prof. Gülper Refiğ.
Hürrem'in yüzüğü
Muhteşem Yüzyıl dizisi anlaşılan Kapalıçarşı’ya nur gibi yağmış. Bakın Mücevher İhracatçıları Birliği Başkanı Ayhan Güner ne demiş: “Hürrem Sultan yüzüğü 1 milyon adetten fazla sattı. Osmanlı Saray kültüründeki elmaslı takıların Türkiye'de yapılan yeni üretimleri dünya mücevher pazarında ciddi bir yere sahip olma potansiyeli taşıyor. Özellikle Orta Doğu'da Türk dizilerinin aldığı rekor izlenme oranları ile Türk mücevher ve giysi modasına duyulan hayranlık nedeniyle Orta Doğu pazarı mücevher ihracatı için çok büyük bir potansiyele sahip. Bu nedenle, zengin mücevher kültürümüzü çağdaş bir yorum ile dünyaya tanıtmak amacıyla bu yıl düzenlediğimiz yarışmanın konseptini 'Çağdaş Yorum İle Geleneksel Türk Mücevheri' olarak belirledik.”
Dizi daha işin başında. Pek çok Ortadoğu ve Avrupa ülkesine satılacaktır. Bir dizinin bazen hayatı ciddi şekilde etkilediğine tanık olmuşuzdur. Beyaz Gölge’nin Türkiye’de basketbol kültürünü tetiklemesi gibi. Muhteşem Yüzyıl da çok renkli bir ticari dünyanın kapılarını aralayacaktır.
Hiç şüphesiz dizi için de pek çok tarihsel çarpıtma olabilir; bu da zaten belgesel değil dizidir. Her türlü fanteziye açıktır. Ben özellikle dizide kadınların başlarına taktıkları ziynet eşyalarına bayılıyorum. Bir takı bir kadının başına bu kadar mı yakışır? Osmanlı’nın sadece gücünü değil de zevkini de göstermesi açısından Muhteşem Yüzyıl, ciddi bir elçi olacaktır.
Hiç şüphesiz dizide, Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık saltanatının sadece birbuçuk yılını sarayda geçirdiği yolunda bir algı elde edilmese de, dünyadaki pek çok tarihsel popüler dizi örneklerinde olduğu gibi yapılan işin bir “drama” olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Amadeus Mozart’ı izlediğimiz filmde de kurgunun, dramanın gerçekliği ile ünlü bestecinin hayatı arasında benzerlik bulamayabiliriz. Diğer yandan diziyi “gerçeklere uygunluk” açısından eleştirenlerin de olmasını arzu ettikleri bir çalışma yapmaları pekala mümkündür.