"Markanın sırrı: Kalite ve itibar"
30 Mayıs 2013- Yeni Şafak Gazetesi
Soysal Danışmanlık'ın düzenlediği, geleneksel hale gelmiş Perakende Liderler Konferansı için Roma'da bulunuyoruz. İtalya'daki dostlarla konuştuğumuzda duyduklarımız hep aynı: İşsizlik almış başını gitmiş, kriz de nefes aldırmıyor.
Bu bildik tabloda bizim gördüğümüz ise bizi farklı sorulardan yanıtlar aramaya sevkeden bir başka İtalya. Acaba dünyada hangi ülkenin bu kadar çok markası, bu kadar köklü ve 'korunmuş' bir kültürel zenginliği vardır. İşte, şimdiden görünen odur ki, İtalya'yı, sahiplenilmiş ve bu nedenle de genlerine yazılmış olan bu kültürel zenginlik ve markaları kurtaracaktır. Maneviyatını kaybetmiş Batı'nın maruz kaldığı tüm olumsuzlukların karartamadığı kültürel derinlikleri kimselerin tartışamayacağı kadar net olarak, en köklü biçimde Roma'da bulunuyor.
Gündelik yaşam açısından her ne kadar özellikle ülkemizle kıyaslandığında Telekom yatırımları ve hizmet anlayışı başta olmak üzere pek çok konuda geri kaldığını söyleyebilsek de, her sokağından fışkıran tarihi miras –bizim ne yazık ki 'tam anlamıyla' diyebileceğimiz kadar milli mutabakatla sahip çıkamadığımız- bu ülkeyi geleceğe taşımaya yetecek güçte. Kültürlerinin içinden bulup çıkarttıkları keşiflerini de koruyup geliştirmişler.
İşte küçük bir örnek. Alt tarafı spagetti değil mi?
Sevgili dostum Erol Evgin gitmiş, bana da tavsiye etmişti: Dünyaya bulduğu sosla, dişe dokunur pişirilmiş enli makarnasıyla adını duyurmuş olan Ristorante Alfredo... Hani dünyanın her yerinde anılan kremalı sosu ünlü makarna: Fettucini Alfredo.
Kalktık gittik. Arkadaşlarımız da, biz de makarnadan çok bir makarnadan yaratılmış olan marka anlayışına hayran kaldık. Duvarlardaki fotoğraflardan anlıyoruz ki, siyaset, kültür, sanat, bilim, ilim, spor dünyasından hem popüler hem klasik ne kadar ünlü varsa illa ki yolunu Alfredo'dan geçirmiş sanki. Her karede mutlaka o ünlünün yanında bir Alfredo var. Dördüncü kuşak Alfredolar iş başındaymış.
Bizimki gibi beyaz kolalı örtülü masalar, ahşap ve son derece rahat iskemleler, yüksek tavan ve olağanüstü mahir, yaşlı garsonlar... Bir gitar ve akerdeon eşliğinde iki amcanın çaldığı İtalyan şarkıları ve hiç de abartılı olmayan hesap. İşte Alfredo'nun marka olma sırrı: Kalite ve itibar.
Türkiye'de TİM'in marka meselesi için büyük bir çaba içinde olduğuna tanık olduğumuz şu günlerde, bu meselenin en sıkı takipçileri olan perakandeciler için Roma'dan daha iyi bir buluşma yeri olamazmış.
Henüz başlayan Perakende Liderler Konferansı'nın ayrıntılarını gelecek yazımızda anlatmaya çalışacağız.
Avrupa Birliği'nden sıkılanlar için...
Mükemmel bir soyutlamayla projelendirilip hayata geçirilen bir olağanüstü kıta organizasyonu olan Avrupa Birliği'nin bizzat Avrupalı vatandaşlarca artık eskisi kadar sahiplenilmemesi bile, üzerinde yaşadığımız dünyadaki güç dengelerinin nasıl da kaygan bir zemin üzerinde hareket ettiğinin göstergesi. Washington merkezli araştırma kuruluşu Pew Research Center'ın (PEW), yedi AB üyesi ülkede gerçekleştirdiği araştırması, AB yanlısı vatandaşların oranını yüzde 45 dolaylarında gösteriyor. Sadece bir yıl önce bu oran yüzde 60'lar civarındaymış. (Sözü edilen yedi ülke: Almanya, Fransa, İspanya, Britanya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti. Araştırmaya 7 bin 600 kişi katılmış.)
Avrupa Birliği'nin algılanmasındaki yüzde 60'lardan 45'lere inen bir yıllık büyük itibar kaybı son derece dikkate değer bir sonuçtur. Bir senenin neleri değiştirdiğini anlayabilmek için sadece AB'ye değil, ABD'ye de bakmak lazım. Bizim sosyal demokratlarımızın beyzbol sopasından daha ötesini göremedikleri Obama yönetiminin ittifak arayışlarını Rusya'ya kadar genişletme ihtiyacı duydukları bir dönemde, iktidarıyla, muhalefetiyle çok farklı perdelerden bir ses tonuna ihtiyaç duymamızı 'söyleyen' bir dünya tablosu var karşımızda.
Avrupa Birliği'ne 'yaranma' ithamlarını çok gerilerde bıraktık ve şimdi de AB'ye yönelik olarak küresel kriz kaynaklı bir küçümsemeyle karşı karşıyayız. Diğer yandan bize dair Avrupa kaynaklı küçümsemeler de hiç eksik olmaz tabii. Egemen Bağış, dün Ankara'da bir burs programının sertifika töreninde yaptığı konuşmada Türkiye'nin müzakere süreci önündeki en büyük engelin önyargılar olduğunu dile getirmiş ve AB meselesinin bir 'reform süreci' olduğunun altını bir kez daha çizmiş.
Egemen Bağış'ın, Türkiye'deki çözüm sürecinin de AB ile müzakereler sürecinden bağımsız olmadığını hatırlatması gayet yerindedir. Çünkü, 'Avrupalılar bile AB'den bu kadar soğumuşken bize ne oluyor?' diye soranlarımız için gündemi tayin etmeye başlayan her meselede zihinlerin geçmişe dair hızlıca bir tarama yapmasının herkese iyi geleceğini ifade edelim.
Nereden nerelere geldik, diye kendimize sorarken çözüm süreci dahil, 'olumlu' olarak kayda geçtiğimiz ne varsa hepsinin AB süreciyle çok yakın bağı olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Kafalarımız karıştığında işe yarayacaktır.
Soysal Danışmanlık'ın düzenlediği, geleneksel hale gelmiş Perakende Liderler Konferansı için Roma'da bulunuyoruz. İtalya'daki dostlarla konuştuğumuzda duyduklarımız hep aynı: İşsizlik almış başını gitmiş, kriz de nefes aldırmıyor.
Bu bildik tabloda bizim gördüğümüz ise bizi farklı sorulardan yanıtlar aramaya sevkeden bir başka İtalya. Acaba dünyada hangi ülkenin bu kadar çok markası, bu kadar köklü ve 'korunmuş' bir kültürel zenginliği vardır. İşte, şimdiden görünen odur ki, İtalya'yı, sahiplenilmiş ve bu nedenle de genlerine yazılmış olan bu kültürel zenginlik ve markaları kurtaracaktır. Maneviyatını kaybetmiş Batı'nın maruz kaldığı tüm olumsuzlukların karartamadığı kültürel derinlikleri kimselerin tartışamayacağı kadar net olarak, en köklü biçimde Roma'da bulunuyor.
Gündelik yaşam açısından her ne kadar özellikle ülkemizle kıyaslandığında Telekom yatırımları ve hizmet anlayışı başta olmak üzere pek çok konuda geri kaldığını söyleyebilsek de, her sokağından fışkıran tarihi miras –bizim ne yazık ki 'tam anlamıyla' diyebileceğimiz kadar milli mutabakatla sahip çıkamadığımız- bu ülkeyi geleceğe taşımaya yetecek güçte. Kültürlerinin içinden bulup çıkarttıkları keşiflerini de koruyup geliştirmişler.
İşte küçük bir örnek. Alt tarafı spagetti değil mi?
Sevgili dostum Erol Evgin gitmiş, bana da tavsiye etmişti: Dünyaya bulduğu sosla, dişe dokunur pişirilmiş enli makarnasıyla adını duyurmuş olan Ristorante Alfredo... Hani dünyanın her yerinde anılan kremalı sosu ünlü makarna: Fettucini Alfredo.
Kalktık gittik. Arkadaşlarımız da, biz de makarnadan çok bir makarnadan yaratılmış olan marka anlayışına hayran kaldık. Duvarlardaki fotoğraflardan anlıyoruz ki, siyaset, kültür, sanat, bilim, ilim, spor dünyasından hem popüler hem klasik ne kadar ünlü varsa illa ki yolunu Alfredo'dan geçirmiş sanki. Her karede mutlaka o ünlünün yanında bir Alfredo var. Dördüncü kuşak Alfredolar iş başındaymış.
Bizimki gibi beyaz kolalı örtülü masalar, ahşap ve son derece rahat iskemleler, yüksek tavan ve olağanüstü mahir, yaşlı garsonlar... Bir gitar ve akerdeon eşliğinde iki amcanın çaldığı İtalyan şarkıları ve hiç de abartılı olmayan hesap. İşte Alfredo'nun marka olma sırrı: Kalite ve itibar.
Türkiye'de TİM'in marka meselesi için büyük bir çaba içinde olduğuna tanık olduğumuz şu günlerde, bu meselenin en sıkı takipçileri olan perakandeciler için Roma'dan daha iyi bir buluşma yeri olamazmış.
Henüz başlayan Perakende Liderler Konferansı'nın ayrıntılarını gelecek yazımızda anlatmaya çalışacağız.
Avrupa Birliği'nden sıkılanlar için...
Mükemmel bir soyutlamayla projelendirilip hayata geçirilen bir olağanüstü kıta organizasyonu olan Avrupa Birliği'nin bizzat Avrupalı vatandaşlarca artık eskisi kadar sahiplenilmemesi bile, üzerinde yaşadığımız dünyadaki güç dengelerinin nasıl da kaygan bir zemin üzerinde hareket ettiğinin göstergesi. Washington merkezli araştırma kuruluşu Pew Research Center'ın (PEW), yedi AB üyesi ülkede gerçekleştirdiği araştırması, AB yanlısı vatandaşların oranını yüzde 45 dolaylarında gösteriyor. Sadece bir yıl önce bu oran yüzde 60'lar civarındaymış. (Sözü edilen yedi ülke: Almanya, Fransa, İspanya, Britanya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti. Araştırmaya 7 bin 600 kişi katılmış.)
Avrupa Birliği'nin algılanmasındaki yüzde 60'lardan 45'lere inen bir yıllık büyük itibar kaybı son derece dikkate değer bir sonuçtur. Bir senenin neleri değiştirdiğini anlayabilmek için sadece AB'ye değil, ABD'ye de bakmak lazım. Bizim sosyal demokratlarımızın beyzbol sopasından daha ötesini göremedikleri Obama yönetiminin ittifak arayışlarını Rusya'ya kadar genişletme ihtiyacı duydukları bir dönemde, iktidarıyla, muhalefetiyle çok farklı perdelerden bir ses tonuna ihtiyaç duymamızı 'söyleyen' bir dünya tablosu var karşımızda.
Avrupa Birliği'ne 'yaranma' ithamlarını çok gerilerde bıraktık ve şimdi de AB'ye yönelik olarak küresel kriz kaynaklı bir küçümsemeyle karşı karşıyayız. Diğer yandan bize dair Avrupa kaynaklı küçümsemeler de hiç eksik olmaz tabii. Egemen Bağış, dün Ankara'da bir burs programının sertifika töreninde yaptığı konuşmada Türkiye'nin müzakere süreci önündeki en büyük engelin önyargılar olduğunu dile getirmiş ve AB meselesinin bir 'reform süreci' olduğunun altını bir kez daha çizmiş.
Egemen Bağış'ın, Türkiye'deki çözüm sürecinin de AB ile müzakereler sürecinden bağımsız olmadığını hatırlatması gayet yerindedir. Çünkü, 'Avrupalılar bile AB'den bu kadar soğumuşken bize ne oluyor?' diye soranlarımız için gündemi tayin etmeye başlayan her meselede zihinlerin geçmişe dair hızlıca bir tarama yapmasının herkese iyi geleceğini ifade edelim.
Nereden nerelere geldik, diye kendimize sorarken çözüm süreci dahil, 'olumlu' olarak kayda geçtiğimiz ne varsa hepsinin AB süreciyle çok yakın bağı olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Kafalarımız karıştığında işe yarayacaktır.