''Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok'' 19.02.2013
'Romantik Komedi 2' filminin esas kızı Didem, 'Bir yılımı verdim ben ona' diyordu… Kaybetme riskiyle karşı karşıya kaldığı sevgilisi için dertleniyordu durmadan...
Diğer yandan Fransa'dan öğrenci değişim programıyla Eskişehir'e gelen ve bir örgüt davasından yargılanıp ceza alıp da, kefalet ödeyerek tekrar yurtdışına çıkabilecek olan Sevil Sevimli adlı kızımız da 'Hayatımdan bir yılım gitti' demiş.
Başörtüsü, türban yüzünden diyar ellerde okumak zorunda olan genç kızlarımız ve aileleri ise, çekilen hasretliğe yandılar yıllarca…
Film kahramanı Didem ve siyasi nedenlerle yargılanan Sevil'in, türban yasağı yüzünden sıla hasreti çeken ailelerin hayat tarzları, dünya görüşleri, eğlence kültürleri çok farklı...
Bugün 40-50 yaş ve üzerinde olanlar için 'gençlik yılları'nın anlamı çok başkaydı. Ortak amaçlar, ortak duygular uğruna verilen yılların hesabının yapılmadığı dönemlerdi onlar. Nefes nefese yaşamadığımız, bu ölçüde zaman sıkıntısı çekmediğimiz, aynı şarkıları söyleyebildiğimiz, kadınların başlarını örtmesinin ya da açık olmasının sorun teşkil etmediği, Adile Naşit benzeri bir şefkatin herkesi teselli edebildiği, çocukların anneanneler ya da babaanneler tarafından (ya da mutlaka onların nezaretinde) büyütüldüğü yıllar...
Aşk için hayata verilen, kaybedilen yılların esamisinin okunmadığı yıllar.... 'Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler / Şimdi bana seninle bir ömür vaadetseler / Şimdi bana yeniden ister misin deseler /Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok' diyen Sezen'in şarkısındaki ortak ruh hali... Türk, Kürt, Çerkez, Laz, zengin, yoksul, sağcı, solcu fark etmez... Hepimiz aşıktık... Fikirlere, liderlere, sevgiliye... Meselemiz birbirimizle değil, en fazladan içinde yaşadığımız sistemdeydi…
Bugün neredeyse getto'lar halinde bir yaşam sürüyoruz… Açık hava sinemalarında hep birlikte güldüğümüz, hep birlikte ağladığımız filmler yok artık…
'Romantik Komedi 2'nin hedef kitlesi içinde değilseniz dahi gidin bir bakın. Salon dolu. Kim onlar? Beyaz Türkler mi? Onların eğlence kültürü içinde, mesleği, hayat gailesi pek belli olmayan, lay lay lom, vur patlasın çal oynasın yaşayan bir grup insanın hikayesi, eğlence kültürü nasıl oluyormuş? Halkın kahir çoğunluğunun eğlence kültüründe ne var peki, diye düşünün mesela. Recep İvedik mi? Hayır!.. Diğer komedyenler mi? Hayır… Peki ne?..
Kendi seyircisi tarafından çok hoş bulunan, magazin basını tarafından durmadan pompalanan Nişantaşı kızı Didem ile halkın kahir çoğunluğu arasında uçurumun nasıl açıldığını görmek için Anar, Metropoll ve Konda araştırmalarına şöyle bir göz atmak yeterli… Dünyayı farklı açılardan okuyan, ona göre davranan, birbirleriyle zaman geçirmeye hiç mi hiç tahammülü olmayanlarımız için gerçekten de zor yıllardan geçildiği bir gerçek... Bu gerçekliği tespit ediyorsak hiçbirimizin mevcut durumdan memnun olma hakkı yok gibi görünüyor...
Türkiye'nin ilim ve irfana her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğunu bilenler, 'İki ruhlu Türkiye' algısından kurtulmaya doğru olumlu adımların atılmasının, terör kadar önemli olduğunun da farkındalar...
Bu filmi izleyin. Çok kötü diyenlere bakmayın… Kültür ve değerlerinizle buluşmasa da, fenomenolojisini kavramak için, Didem'lerin dünyasını anlamak için izleyin. Laboratuar çalışması olarak izleyin… Belki 'kaybolan yıllarımızı' geri kazanmak için bir nebze olsun işe yarayabilir...
Baskın evindeki 'şerefli not' ruhu...
Gaziantep'de geçtiğimiz günlerde narkotik polisi iki eve baskın yapmış. Aradığı esrar ve eroini bulduğu, 7 kişiyi gözaltına aldığı operasyon sırasında şüphelilerin evinde duvara asılmış bir notta bakın ne yazıyormuş:
'Paranla şeref kazanma. Şerefinle para kazan ki, paran bittiğinde şerefin de bitmesin.'
En doğru ile en yanlışın birarada bulunduğu ortamlar, insanın sigortasını attıracak kadar güven duygusundan nasibini almamış hal ve vaziyetler, bir algılama biçimi olarak yaygınlık kazandığında neler olur? Neler olmaz ki? Baskın evi ortamıyla tamamen tezat teşkil eden bu 'şeref' vurgulu vecize üzerine düşünmek lazım.
Terbiyeden irfana giden yolda bu türden 'cinlik'lerin elenerek yarı yolda takatsiz kalması mümkün. Ancak özel hayatlarımızda pekçok kişide görülebilen bu çok gelişmiş, sözle özü kıyaslayarak olan biteni 'okuyabilme' hasletinin genele yayıldığında 'belirsizleşerek' gözden kaybolma tehlikesi her zaman için geçerlidir. Nisyan ile malul olan hafıza-i beşer, başta siyaset olmak üzere pek çok alanda ince kıyımdan geçmiş 'cinlik' örnekleriyle karşı karşıya kaldığında 'baskın evindeki şerefli not'un farkına da varamayabiliyor elbette.
Diğer yandan Fransa'dan öğrenci değişim programıyla Eskişehir'e gelen ve bir örgüt davasından yargılanıp ceza alıp da, kefalet ödeyerek tekrar yurtdışına çıkabilecek olan Sevil Sevimli adlı kızımız da 'Hayatımdan bir yılım gitti' demiş.
Başörtüsü, türban yüzünden diyar ellerde okumak zorunda olan genç kızlarımız ve aileleri ise, çekilen hasretliğe yandılar yıllarca…
Film kahramanı Didem ve siyasi nedenlerle yargılanan Sevil'in, türban yasağı yüzünden sıla hasreti çeken ailelerin hayat tarzları, dünya görüşleri, eğlence kültürleri çok farklı...
Bugün 40-50 yaş ve üzerinde olanlar için 'gençlik yılları'nın anlamı çok başkaydı. Ortak amaçlar, ortak duygular uğruna verilen yılların hesabının yapılmadığı dönemlerdi onlar. Nefes nefese yaşamadığımız, bu ölçüde zaman sıkıntısı çekmediğimiz, aynı şarkıları söyleyebildiğimiz, kadınların başlarını örtmesinin ya da açık olmasının sorun teşkil etmediği, Adile Naşit benzeri bir şefkatin herkesi teselli edebildiği, çocukların anneanneler ya da babaanneler tarafından (ya da mutlaka onların nezaretinde) büyütüldüğü yıllar...
Aşk için hayata verilen, kaybedilen yılların esamisinin okunmadığı yıllar.... 'Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler / Şimdi bana seninle bir ömür vaadetseler / Şimdi bana yeniden ister misin deseler /Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok' diyen Sezen'in şarkısındaki ortak ruh hali... Türk, Kürt, Çerkez, Laz, zengin, yoksul, sağcı, solcu fark etmez... Hepimiz aşıktık... Fikirlere, liderlere, sevgiliye... Meselemiz birbirimizle değil, en fazladan içinde yaşadığımız sistemdeydi…
Bugün neredeyse getto'lar halinde bir yaşam sürüyoruz… Açık hava sinemalarında hep birlikte güldüğümüz, hep birlikte ağladığımız filmler yok artık…
'Romantik Komedi 2'nin hedef kitlesi içinde değilseniz dahi gidin bir bakın. Salon dolu. Kim onlar? Beyaz Türkler mi? Onların eğlence kültürü içinde, mesleği, hayat gailesi pek belli olmayan, lay lay lom, vur patlasın çal oynasın yaşayan bir grup insanın hikayesi, eğlence kültürü nasıl oluyormuş? Halkın kahir çoğunluğunun eğlence kültüründe ne var peki, diye düşünün mesela. Recep İvedik mi? Hayır!.. Diğer komedyenler mi? Hayır… Peki ne?..
Kendi seyircisi tarafından çok hoş bulunan, magazin basını tarafından durmadan pompalanan Nişantaşı kızı Didem ile halkın kahir çoğunluğu arasında uçurumun nasıl açıldığını görmek için Anar, Metropoll ve Konda araştırmalarına şöyle bir göz atmak yeterli… Dünyayı farklı açılardan okuyan, ona göre davranan, birbirleriyle zaman geçirmeye hiç mi hiç tahammülü olmayanlarımız için gerçekten de zor yıllardan geçildiği bir gerçek... Bu gerçekliği tespit ediyorsak hiçbirimizin mevcut durumdan memnun olma hakkı yok gibi görünüyor...
Türkiye'nin ilim ve irfana her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğunu bilenler, 'İki ruhlu Türkiye' algısından kurtulmaya doğru olumlu adımların atılmasının, terör kadar önemli olduğunun da farkındalar...
Bu filmi izleyin. Çok kötü diyenlere bakmayın… Kültür ve değerlerinizle buluşmasa da, fenomenolojisini kavramak için, Didem'lerin dünyasını anlamak için izleyin. Laboratuar çalışması olarak izleyin… Belki 'kaybolan yıllarımızı' geri kazanmak için bir nebze olsun işe yarayabilir...
Baskın evindeki 'şerefli not' ruhu...
Gaziantep'de geçtiğimiz günlerde narkotik polisi iki eve baskın yapmış. Aradığı esrar ve eroini bulduğu, 7 kişiyi gözaltına aldığı operasyon sırasında şüphelilerin evinde duvara asılmış bir notta bakın ne yazıyormuş:
'Paranla şeref kazanma. Şerefinle para kazan ki, paran bittiğinde şerefin de bitmesin.'
En doğru ile en yanlışın birarada bulunduğu ortamlar, insanın sigortasını attıracak kadar güven duygusundan nasibini almamış hal ve vaziyetler, bir algılama biçimi olarak yaygınlık kazandığında neler olur? Neler olmaz ki? Baskın evi ortamıyla tamamen tezat teşkil eden bu 'şeref' vurgulu vecize üzerine düşünmek lazım.
Terbiyeden irfana giden yolda bu türden 'cinlik'lerin elenerek yarı yolda takatsiz kalması mümkün. Ancak özel hayatlarımızda pekçok kişide görülebilen bu çok gelişmiş, sözle özü kıyaslayarak olan biteni 'okuyabilme' hasletinin genele yayıldığında 'belirsizleşerek' gözden kaybolma tehlikesi her zaman için geçerlidir. Nisyan ile malul olan hafıza-i beşer, başta siyaset olmak üzere pek çok alanda ince kıyımdan geçmiş 'cinlik' örnekleriyle karşı karşıya kaldığında 'baskın evindeki şerefli not'un farkına da varamayabiliyor elbette.