Yaz uykusuna hazır mısınız?
Ben gençken bütün dünyada ekonomik ve sosyal hayat bizdeki gibi yaz aylarında “inkıta”a (duraksamaya) uğrar sanıyordum… Öyle değilmiş… Yaz aylarında hayatın pek çok ülkede, aslanlar gibi devam ettiğini gördüğümde, şaşkınlığa uğramıştım. Dünyanın sadece en çok resmi tatil günlerine sahip olan ülkesi değil, aynı zaman yaz aylarında kendisini bloke eden ender “gelişmiş” ülkelerinden biri olduğumuzu da öğrenmem için biraz gezip görmem gerekiyormuş demek ki…
Hani ayılar kış uykusuna yatarmış ya. Bizimki de yaz uykusuna yatmayı andırıyor…
Uzağa gitmeye gerek yok. Uyku dönemine girdik bile… Yaz bir kez daha geldi. Türkiye’nin iş, dolayısıyla iletişim dünyası bir kez daha yaz uykusuna yatmaya hazırlanıyor…
TV’ler bu aydan başlayarak yaz programına geçecekler. Diziler bitecek. Eskileri döndüre döndüre yayınlayacaklar. Rating’ler düşerse koyacaklar bininci kere Kemal Sunal filmlerini; vaziyeti idare edecekler.
Gazeteler sayfalarını azaltacak… Çünkü reklamlar azalacak… Çünkü alışverişler azalacak… Çalışan nüfusun çok az bir kesimi yaşadığı kent dışında tatil yapabiliyorken, sanki herkes denizlere koşuyor diye düşünecek, ona göre sosyal ve ekonomik hayatı düzenlediğimizi sanacağız. Evet “sanacağız”. Çünkü bu “sanal” bir durum olacak.
Sinemalar 2012 – 2013 sezonunu bitirecek. Önümüzdeki üç ay (Haziran- Temmuz – Ağustos) “tekrar” yapacaklar. Sonbahar, kış ve ilkbahar aylarında yayınlanmış ve iş yapmış filmler yeniden gösterime girecek.
Ligler bitecek… Sporcular parmak arası terlik ve o tuhaf boylardaki yanlardan sarkan iri cepli şortlarıyla sahil kasabalarında, paralarına göre teknelerde vb. boy gösterecekler.
Şirketlerin hizmet ve ürün lansman toplantıları yılın son 4 ayına ertelenecek. Otel salonlarında o aylar için şimdiden planlamaya gidip rezervasyon yaptırmayanlar, yanacaklar…
Ben gençken bütün dünyada ekonomik ve sosyal hayat bizdeki gibi yaz aylarında “inkıta”a (duraksamaya) uğrar sanıyordum…
Öyle değilmiş… Yaz aylarında hayatın pek çok ülkede, aslanlar gibi devam ettiğini gördüğümde, şaşkınlığa uğramıştım. Dünyanın sadece en çok resmi tatil günlerine sahip olan ülkesi değil, aynı zaman yaz aylarında kendisini bloke eden ender “gelişmiş” ülkelerinden biri olduğumuzu da öğrenmem için biraz gezip görmem gerekiyormuş demek ki…
Pekiyi ne yapmalı? Bence bu işte de liderlik, pek çok intersektörel ülke meselesinin çözümünde olduğu gibi yine Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) Başkanı Sayın Mehmet Büyükekşi’ye düşüyor olabilir. (Bkz. İstanbul Shopping Fest, Türkiye’nin markası çalışmaları, Tanıtım Gruplarının birleştirilmesi vb. Türkiye’yi kucaklayan pek çok proje…)
Hani bayramlarda Türkiye’de günlük gazeteler çıkmaz, kimsenin yüzüne bakmadığı bir “Bayram Gazetesi” ile yetinmek zorunda kalırdık da, halka bunu reva görmeyenler bu alışkanlığı kısa zamanda ortadan kaldırdılarsa, benzer bir çalışma da, tüm esnaf ve kobiler arkaya alınarak (En kolayı büyükleri bu harekete katmaktır) başlatılabilir mi, acaba?
Bu devletin “yaptırımı” ile değil, “desteği” ile olabilir ancak. Mehmet Büyükekşi’nin başını çekeceği tüm STK’ların, Çıkar Grupları’nın ve Meslek Grupları’nın katılacağı bir platformda mutlaka çözüm yolları üretilebilir…
Öyle hemen çözüm gerekmez… “Geyşa adımları” yeterlidir. Kaydedilecek en mütevazı ilerleme dahi bugünkü durumdan daha iyi olacaktır…
Ya haber değeri yoksa ne yapacağız?
Genel geçer yanıtı şu: Medyadaki arkadaşını, eşini dostu arayacak, kredini kullanacak, haberi çıkartacaksın…
Tabii bu yol, yol değildir…
Burada anlatacağım küçük diyalog eminim PR sektöründe sık sık gündeme geliyordur. Orijinalitesi değil, tipik olması nedeniyle paylaşmak istedim.
Hizmet üretmekten yorulup, kendini “öteki tarafa” atınca, “rahat edeceği”, krallar, sultanlar gibi yaşayacağı yanılsamasına kapılmış, ya da biraz da oralarda tecrübe edineyim edasıyla, “Ajans tarafından” müşteri tarafına geçmiş bir meslektaşım, sanki ajans tarafında çalışırken hiç başına gelmemişmiş gibi, ortaya koydukları performansın medya nezdinde pek bir “haber değeri” olmadığını iddia eden PR ajansı yetkilisine diyor ki:
“Ben de biliyorum haber değeri olmadığını. Haber değeri olsa, size neden ihtiyacımız olsun ki? Ben yollarım bülteni, haber olur… Biz size haber değeri olmayan şeyleri haber ‘yaptırabilecek gücünüz’ olduğunu varsaydığımız için bu paraları veriyoruz… Ayrıca aranızda pek çok ajans; ‘Biz haberlerinizi her mecrada, hem de büyük büyük çıkartırız’ diye kendi reklamlarını yapmıyorlar mı?”
Peki, bu tespitte bulunan arkadaşımız, tamamen haksız mıdır?
Bu sorunun yanıtını biraz sonraya bırakarak önce medyada söz konusu olan bir başka gerçeğe vurgu yapmaya çalışalım: Haber anlayışındaki yıllara yayılmış transformasyona (dönüşüme)…
Örnek verelim. İyice de eskiye gidelim… “Reisicumhur Hazretleri İstanbul’u teşrif buyurdular” başlığını zamanın gazetelerinde sık sık görmek mümkün olurmuş. Bugün benzer bir habere herkes güler…
Eski gazetelerdeki haberlerle günümüz haberleri arasında dağlar kadar fark vardır. Bu da bir ölçüde okur taleplerinden kaynaklanmaktadır. Üretim ilişkilerindeki değişim, kültürel akımlar, yaşamın renkleri, mozaik bir yapının parçaları gibi bir araya geldiler mi, ortaya sürekli değişen bir tablo çıkmaktadır…
Medya sizin yaptığınız bir çalışmada haber unsuru görmüyorsa, bunun sorumluluğunu biraz da kendimizde aramalıyız. Zamanın ruhuna uygun haber değeri yaratmak, bunu müşteriye önermek, müşterinin oradaki kurumsal iletişim direktörünün değil, ona hizmet üretmek durumunda olan ajansın sorumluluğudur. Nereye kadar? Getirdiği öneri (örneğin olaya bir şöhretin, “taşıyıcının” katılımı) müşteri tarafından, örneğin bütçe nedenleriyle kabul edilmeyene, tüm çabalara rağmen olayı medya için cazip kılacağını düşündüğümüz tüm önerilerimiz geri çevrilene kadar. O zaman da yapılması gereken yine bir “akıllıca” uyarıdır: “Bakın, bunları şunları önerdik, hiçbirini kabul etmediniz. Günah bizden gitti”, kabilinden.
Şimdi meslektaşımız ile ilgili yukarıdaki sorunun yanıtını verelim:
Hayır! Hizmet gören taraftaki meslektaşımız kesinlikle haksız değildir. PR ajansının görevi eğer ortada medyanın itibar edeceği bir haber yoksa, ahbap çavuş ilişkilerini devreye sokarak “destek almaya” çabalamak değil (çünkü bu sürdürülebilir bir iş değildir ve PR sektörünün medya nezdinde itibarını iki paralık etmektedir); habere gerekli katma değeri getirecek inovasyonu devreye sokup, istenilen sonucun elde edilmesini sağlamaktır. Buna da kısaca “İçerik Yönetimi” deniyor…
Yoksa “haber gibi haber” zaten ortada varsa onun haber halinde yayınlanmış olması, ajansa puan kazandırmaz…
L’Oréal, bilim kadınlarını destekliyor(muş)…
Bilmemek herhalde benim hatam. Belki de doğrudan hedef kitleleri değilim, onun için duymadım. Ya da onlar adam gibi duyuramadılar, yaptıkları işi gerektiği gibi önemsememiş olabilirler mi? Çünkü çok önemli...
Bu yıl on birincisi düzenlenmiş. Adı “Bilim Kadınları İçin”… Bu projeye başvurarak 15 bin dolar değerinde burs kazanan 6 bilim kadını, 10 Mayıs Cuma Günü Swissotel’deki törende açıklanmış. Bu yıl genç bilim kadınları, “Yaşam Bilimleri ve Malzeme Bilimleri” alanında dünyayı daha güzel bir hale getirecek ve insanlığı geliştirecek projelerle bursa hak kazanmışlar.
Törene KAGİDER Başkanı Dr. Gülden Türktan, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkan Vekili Büyükelçi Melek Sina Baydur ve UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Meral Özgüç, Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi Laurent Bili, L’Oréal Türkiye Genel Müdürü Claude Rumpler ve çok sayıda akademisyen katılmış.
Bu çerçevede dünyanın her yerinde araştırmacı bilim kadınlarını teşvik eden L’Oréal, bugüne kadar 108 ülkede yaklaşık bin 700’ü aşkın bilim kadınına “dokunmuş”.
Türkiye’den bir yıllık 15 biner dolar değerinde burs kazanan 6 bilim kadınının adları şöyle: Doç Dr. Çiler Çelik Özenci, Yrd. Doç. Dr. Tuğba Bağcı, Yrd. Doç. Dr. Öznur Taştan, Doç Dr. Solmaz Karabulut, Doç. Dr. Dilek Odacı Demirkol ve Yrd. Doç. Dr. Özge Akbulut.
L’Oréal denince aklıma hep bizim toplumdan uzak, biraz fan fin fon satış odaklı reklam filmleri ve kampanyalar gelir. Bu burs işi çok farklı bir alan. L’Oréal’a duyulan güveni, o da etkileyiciler ve karar vericiler nezdinde marka değerini katlayarak artıracaktır.